Sevdiklerimizi hep içimizde saklarız.
İçimize gömerek saklarız sevdiklerimizi.
İçimizin en derin, kimsenin ulaşmasını istemediğimiz, bulmasını dilemediğimiz ücra köşelerine ve kıyılarına saklarız onları.
İçimiz sevdiklerimizi gömdüğümüz mezarlarla dolu. Canlı birer mezarlıklar gibiyiz şu hayatta.
Sevdiklerimizin yaşamdan kopmalarını saklarız içimizin bir köşesinde. Hep yanımızda olan, bizim istediğimiz her an kıyımızda dolanan sevdiklerimizin bizlerden ayrılmalarını, başka şehirlere, bizden uzak diyarlara gitmelerini hatta bu hayattan ayrılmalarının acılarını taşırız bir ömür. Acılarını ve bizde bıraktıkları izleri gömeriz en derinlere.
Sevdiklerimizi saklamanın, onları içimize gömmenin bile farklı şekilleri ve halleri vardır. Kimini aşırıya kaçan, üzerlerine abanmalarımızla, kollarımızın arasında adeta nefesini keserek, yaşamlarını kendimiz şekillendirerek koyduğumuz kurallarla, biz eksenli bir hayat sürmelerini isteyerek gömeriz içimizin en derinlerine. Sevgiyle, kıskançlıkla, tüm bencilliğimizle gömeriz iç alemimize. Her saklamak, her gömmek içimizde oluşan bir mezar taşıdır.
Boğarız onları tüm üzerlerine abanmalarımızla. Üzerlerine düşeriz, sevdiğimizi her fırsatta, her alanda, onlara olan düşkünlüğümüzü her göstermemizde hissettiririz. Bunu onlar için yaptığımızı düşünürüz.
Biz biliriz önce sonra onlara da bunu her fırsatta hatırlatırız.
Sevdiklerimizi her sevmemizde, üzerlerine her titrememizde, sevgimizi her göstermemizde biraz daha boğarız onları.
Biz merkezli bir yaşam sürmelerini dileriz. Küçücük bir çocuğun elindeki bir çubukla önüne kattığı çemberi yine kendi ekseni etrafında döndürmesi gibi biraz garip, biraz tuhaf, biraz gülünç ve en çokta şaşılası hallerimiz vardır.
İsteriz ki onlar hep bizlerin yanında olsunlar, bir adım ötemizde, iki parmak uzağımızda, bir göz aşinalık mesafede yaşamlarını sürsünler arzularız. Biz merkezli bir yaşam biçeriz sevdiklerimize.
Yemek tadında ölçüyü kaçıran unutkan birer aşçı gibiyiz.
Hayatın ve yaşamın tadını tuzunu kaçırır, sevdiklerimizin yaşam biçimlerine düşüncelerimizi sokarız.
İsteriz ki bizim istediğimiz, bizim arzuladığımız, bizim beklentilerimizin olduğu hayata adapte olsunlar.
Üzerlerine tüm abanmalarımızla nefes aldırmayız onlara. Bakacakları küçücük bir ışık dahi bırakmayız gözlerine tüneyerek. Onları hayata bağlayan bütün ışıklarını biz yakmak ister, bütün ışıklarını bizim gözlerimizden ve zihinlerimizden alsınlar diye bekleriz.
Hatta zorlarız onları, alınganlıklarımızla, bir uzaklaşıp bir yaklaşmalarımızla, küsmelerimizle, kırılmalarımızı etlerine batırılan bir cımbız gibi hissettirmelerimizle…
Hep içimizde saklarız sevdiklerimizi. Canlı birer mezarlıklar gibiyiz. İçimize gömdüğümüz sevdiklerimizle yaşarız bazen azap, bazen çekilmeyesi, bazen kahrolası, bazen şaka gibi gelen bize, bazen hüzünlü, bazen durağan, bazen güleç yüzlü bir çocuğu andıran hayat yolculuğunda.
Boğarız sevdiklerimizi üzerlerine titremelerimizle. Kendimizin dahi bilmediği, farkına varmadığı düşünce iklimlerine çekeriz onları. Fikirleriyle, düşünce dünyalarıyla, zihin güçleriyle bizimle bağlantılı olsunlar isteriz.
Bütün bunları hep onlar için, onları düşündüğümüz için, onların iyiliği için yaptığımızı düşünür ve böylece içimizde onlar için hep bizimle kalabilecekleri mekanlar oluştururuz. Sadece onların olduğu ve kimsenin oraya bizim iznimiz ve dahlimiz olmadan giremeyeceği his ve duygu yerleri.
Neden bunu yaparız?
Bunun sevdiklerimize yaptığımız birer zulüm olduğunun farkına varmıyor muyuz?
Zevk mi alıyoruz bundan?
Neden hep biz merkezli bir yaşama zorluyoruz onları?
Neden hayat hakkı tanımıyoruz?
Bu konuda ne kadarda benciliz.
Sevdiklerimizi içimizde saklamak ve onlara biz merkezli bir yaşam sunmak.
Bu iki kavram, bu iki düşünce, bu ifade sizce birbiriyle çelişmiyor mu?
Sevdiklerimizin acılarını, sevinçlerini, bizden kopuşlarını, bizi terk etmelerini, yaşamımızda bıraktığı izleri, acı tatlı hatıraları, birer canlı mezar olarak içimize gömüyoruz. Saklıyoruz onları orada. Canlı mezarlıkları andırıyoruz bu halimizle. Yaşanan her bir hatıra, içimize attığınız her bir duygu ve düşünce, kaybettiğimiz her bir sevgili, yitirdiğimiz her bir yakınımız, onların üzerimizde bıraktığı her bir yaşanmışlıklarımız içimizde dimdik duran birer mezar taşları gibi. Onları her hatırlamamızda: “Ben buradayım” diyor adeta.
Ve onlar bizim yanımızdayken, etrafımızda bulunurlarken, yanı başımızda olurlarken hep bir tek şey istiyoruz.
“Sevdiklerimiz biz merkezli bir yaşam sürsünler.”
Küçücük bir göz kırpmamızda, bir parmak şıklatmamızda, en ufak bir ses tonumuzda hemen etrafımızda bitiversinler, bizleri memnun eden, mutlu kılan halleriyle etrafımızda ateşe meftun birer ateş böceği gibi pervane olsunlar isteriz.
Bu iki kavram düşüncesini içimizde nasıl taşırız?
Ağır gelmiyor mu bizlere?
Onları üzerlerine abanmalarımızla boğup, nefessiz bırakırken, onların bizlerden uzaklaşmasını da kendi ellerimizle, düşüncemizle, hal ve harekemizle sağlamıyor muyuz?
Onların üzerine incinmesinler düşüncesiyle titizlikle titrememiz aslında onları bizden uzaklara iteklediğimiz anlamına gelmiyor mu?
Bizden uzaklaşmalarına neden olmuyor muyuz abartılı olan her düşkünlüğümüzü hissettirmemizde?
Kendimiz, kendimizden uzaklaştırıyoruz sevdiklerimizi yakınlaştırdığımızı zannederek.
Her bir uzaklaşmalarında içimize bir mezar daha kazıyor, bir mezar taşı daha dikiyoruz kalbimizin köşelerine.
İçimiz sevdiklerimizi gömdüğümüz mezarlıklarla dolu.
Abartılı, aşırıya kaçan belki de en çok bencil ağlarla ördüğümüz sevgimizle uzaklaştırırken aslında onların mezarlarını kazıyoruz aynı zamanda.
Sevgimizin koyu çemberine alarak, gözlerimizin önünden bir an olsun ayırmayarak tutsaklaşırız sevdiklerimize.
Boğazlar gibi bir hale sokar nefes olmalarına dahi müsaade etmeyiz.
İçimizin en derinlerine gömeriz sevdiklerimizi. Orada kalsınlar ve bir daha asla ve asla çıkmasınlar isteriz.
Kuyu kazıcılardan hiçbir farkımız yok. Mezar kazıcılarla eş değerdeyiz. İçimiz hep hapsettiğimiz, içimize gömdüğümüz sevdiklerimizle, sevgililerimizle dolu.
Kocaman bir mezarlığı andırıyor içimiz.
Etrafı tel örgülerle çevrili, kocaman bir avlusu olan, gözetleme kulelerinin bulunduğu, pencereleri demirlerle çevrili, havalandırmasının bulunmadığı hapishane gibiyiz. Hepsi de birbirinden farklı mahkumlar biriktiriyoruz içimizde. Sevdiğimiz mahkumlar.
Mahkum sevgililerimiz.
Oraya hapseder, hep bizimle olsun, bizimle yaşasın, başka bir hayatı, başka bir kimliği olmasın isteriz.
Nasılda acımasızız.
Hiçbir hayat hakkı tanımıyoruz. Sadece biz merkezli bir yaşam sürsünler istiyoruz.
Başka bir dünyaları olmaması için elimizden gelen ne varsa yapıyoruz.
Yer yüzünde yürüyen canlı mezarlıklarız.
Sormayız onlara buradan çıkmak istiyorlar mı diye?
Hep kendi bildiklerimiz, kendi doğrularımız vardır. Üzerlerine düştüğümüzü, kendilerine düşkün olduğumuzu hatırlatırız her fırsatta. Üzerlerine düşmelerimizle boğarız onları.
Boğduğumuzun, hapsettiğimizin, kendimizi yürüyen canlı bir mezarlık haline getirdiğimizin belki farkında bile değilizdir.
Derinlere, daha da derinlere gömüyoruz. Nefes almalarına dahi izin vermeyen mezar kazıcıları andırıyoruz.
Bütün kapıları kapalı, pencereleri çivili hapishaneler gibiyiz yeryüzünde.
Ne çok sevgili gömüyoruz içimize.
Azgınlaşan, hırçınlaşan, asabileşen varlıklar haline geldik. Sevdiklerimizin en ufak bir başka düşüncelerine, farklı fikirlerine tahammül edemiyoruz.

Bizim gibi yaşasın, bizim gibi gülsün, bizim gibi düşünsün, bizim gibi akletsin, bizim gibi düşler ve hayaller kursun isteriz.
Onların da kendi kimlikleri, bireysellikleri olduğunu unutuyor, daha da ötesi kabullenemiyor, reddediyor ve içimizdeki sevdiklerimiz ve sevgilileri mezarlığına gömüyoruz.