Hiç kimseye söyleyemediğimiz, kimsenin kulağına fısıldayamadığımız, birisini karşımıza alıp da anlatamadığımız hikayelerimiz vardır. Erkek, kadın, genç, ihtiyar her kim olursak olalım mutlaka hiç kimseyle paylaşamadığımız bir hikayemiz vardır. 
Sakın inkar etmeyin. 
Peşin peşin kabul edin. 
Her birimizin köşe başlarında bıraktığımız, kuytu köşelere sakladığımız, eski, yeni, unutulmaya yüz tutmuş, incir reçeli kıvamında, bir sade kahve tadında, ekşi bir elma burukluğunda da olsa kimsenin kulağına fısıldayamadığımız hatıralarımız vardır.
Öyle ki, bunu kabul etmeyi bile istemediğimiz, var olmadığına kendimizi bile inandırmaya çabaladığımız, fısıldamayı bırakın kendimize dahi inkar yoluna saptığımız hikayelerimiz. 
İçten, yürekten “evet var” dahi diyemediğimiz, ifade edemediğimiz küçük cümlelerimiz, kelimelerimiz, göz kırpmalarımız, başımızı sallamalarımız vardır.
Şu koskocaman evrende sizce biz neyiz?
Bir beden olarak bakıldığında belki de bir toz zerresiyiz. Fikir, düşünce, olarak demiyorum. İnsanın kendisini bedensel olarak düşünmesinden söz ediyorum. Küçücük bir toz zerresi. Ucu bucağı görünmeyen deryada bir damla. Göz alabildiğine bakılan bir bozkırda kara bir çakıl taşı, üzerine çıkmaya cesaret edilmeyen bir dağın üzerinde küçücük bir taş parçası…
Bu küçücük toz zerresi, çakıl taşı diyebileceğimiz insan oğlunun zihninde, fikrinde, aklında taşıdığı kimselerin kulağına dahi fısıldayamadığı hikayesi veya hikayeleri o deryaların sularından, bozkırın çakıl taşlarından, dağların parçalarından bile büyüktür.
İçimizde taşıdığımız düşüncelerimizi, hikayelerimizi, anlatamamalarımızı, sadece kendimizin bildiği gizlediklerimizi, esrarlı gizlerimizi taşıyan zihnimiz, aklımız, düşüncemiz, fikrimiz içerisinde bulunduğumuz evrenden daha büyük değil mi sizce?
Bu küçücük insan bir başkasının bilmesini istemediği, kendi zihin kulağına dahi fısıldamadığı gizli gizlerini taşıyabiliyor. Bu cesarete, bu güce, bu yapıya sahip bir insanı evrenin yanına koyduğunuz da, evren bu insanın yanında bir çakıl taşı, deryada bir su damlası olarak kalır.  
Bir odanın içerisinde yalnız kalan bir insan düşleyin. Sadece beyaz, sarı, mavi belki de kim bilir bir başka renkle boyanmış bir duvara bakan. Oturduğu sedire bağdaş kurmuş, dirseklerini dizlerine dayamış, çenesini avuç içlerinin arasına almış bir insan. Erkek ya da kadın fark etmez bu insan.
Sizce gizli hikayelerini karşı duvara fısıldar mı? 
İçinden belki de bağıra bağıra söylediği, haykırdığı, avazının çıktığı kadar çığlık çığlığa karşı kalp, gönül duvarlarına seslendiği gizli hikayelerini iki kulaç kadar gelen bilmem hangi renkteki duvara yavaşça seslenir mi? 
Hangimizin gizli saklı kimsenin kulağına fısıldamadığı hikayelerimiz yok ki?
Hangimiz bir odanın içerisinde bir renge boyanmış duvara bakarak gizli hikayelerini fısıldayan olmak ister. 
Peşinen kabul edin.
Hiç kimse bu sırlarını fısıldamaz.
Belki de hayatı pahasına bu hikayeleri içinde taşır da, hiçbir kulağa fısıldamaz. 
Bir örümcek gibi beynimizde gezinen, ayaklarımızın karıncalanması gibi beynimizi zonklatan, bağırmak, haykırmak, başımızı ellerimizin arasına alarak “sus artık” diyerek sıkıştırdığımız gizli hikayeler taşıyoruz. 
Kimseye söyleyemediğimiz, hiçbir kulağa fısıldayamadığımız, gizli sırlarımız, hikayelerimiz vardır.
Hatırlamak istemediğimiz, aklımızdan, fikrimizden, zihnimizden atmak istediğimiz ancak bunu asla başaramadığımız hatta asla başaramayacağımız gizli hikayeler taşıyoruz yaşam heybemizde. 
Hatırladığımızda gözlerimizi kısarız, ensemiz, alnımız, yanaklarımız, yüzümüz, ellerimiz kızarır ve terler. Etrafımıza bakınırız zihinsel fısıldaşmalarımızı birileri duymuş mudur diye. 
Belki de öfkeleniriz. Kızarız. İçten içe nedenler sıralarız. 
Bazen öyle hikayelerimiz olur ki, haz alırız. Bir kez daha yaşamak için uğrunda veremeyeceğimiz bir maddiyatımız, manevi bir değerimiz, o anı bir daha yaşamak için feda edemeyeceğimiz bir başka yaşanmış zaman dilimimiz yoktur. 
İçimizi kanatan.
Canımızı yakan.
Kahır ettiren.
Haz ve zevk veren.
Hazzın dört mevsim iklimlerinde gezdiren. 
Bir daha ne zaman diye dört gözle bekleten, bahçedeki nar ağacına, arada bir uğrayan yokluğunu hissettirmeyen pencere önüne tüneyen kumruya, yapraklarına su dökemediğimiz begonyamıza fısıldayamadığımız hikayelerimiz ve sırlarımız vardır. 
Omuzlarımızda taşıdığımız, gönül kırgınlıkları, kalp yorgunlukları, göz çukurlarımıza dolan, kirpiklerimizin ucundan avuçlarımıza düşen, ayaklarımızın bizleri itekleyerek sürüklediği, ücra köşelerden ellerinde kesici ve yaralayıcı alatlerle bekleyen haramiler gibi bizleri bekleyen gizli hikayelerimiz vardır bizim.
Hiç kimsenin kulağına fısıldayamadığımız, hatta kendi içsel kulağımıza dahi seslenemediğimiz hikayeler taşırız son nefesimize kadar.
Bu hikayeler bazen bizlere bir yük gibi gelir. 
Omuzlarımız düşer. 
Kalbimiz tekler. 
İçimiz daralır. 
Nefes alışlarımız yavaşlar. 
Düşüncelerimiz alt üst olur.
Aklımız karışır. 
Taşıması zor hikayeler yükleriz omuzlarımıza. 
Kimseye anlatamadığımız hikayelerimiz vardır. 
Bazı hikayeler yükleriz ki omuzlarımıza, yük değildir bize.
Mutlu eder bizi. Tuhaf hazlar bırakır damaklarımızda, zihinlerimizde, düşünce dünyamızda.
Taşıdığımız andan itibaren yeniden yaşanmasını dilediğimiz zevklerimiz vardır. Hazzın doruklarında gezdirir. Baş döndürür. Kalbimizi hızla çarptırır. 
Zaman zaman aklımıza düşünce gülümsetir yüzlerimizi. 
Kimseye söyleyemeyeceğimiz, hiçbir kulağa fısıldayamayacağımız, hiç kimseyi karşımıza alıp da anlatamayacağımız gizli hikayeler biriktiririz hayatımızın dağarcığında. 
Ve sen sevgili sen benim anlatamadığım, kendime bile fısıldayamadığım en gizli hikayemsin.
Düşler yolculuğuna birlikte çıktığım, kiraz ağaçlarının arasında gezindiğim, gözlerini cebimde saklamak istediğim, bakışlarını altın bir kasenin içerisine koyup gittiğim yerlere götürdüğüm gizli hikayem.
Bir nefes aralığında, bir kalp çarpıntısında, demli bir çay kıvamında gizli sokulmalarına özlem duyduğum sevgili. 
Size gizli hikayelerinizi saklamanız söylenseydi nereye saklardınız? 
Nasıl bir yer bulurdunuz?
Bir duvar dibine mi?
Çam ve meşelerin olduğu bir ormanın gizli, ulaşılmaz en ücra yerlerine mi?
Bir çıkar ağacının koynuna mı?
Selvi ağacının kovuğuna mı?
Kiraz ağacının kök saldığı kahverengi toprağa mı?
Zihnimizin en ulaşılmaz yerlerine mi?
Aklımızın bilinmez, keşfedilmez düşünce iklimlerine mi?
Bizlere gizli sırlarımızı, kimseye anlatamadığımız hikayelerimizi saklamamız öğütlenseydi en çok nereyi tercih ederdik?
Ve sen sevgili sen nereye saklardın sendeki gizli ben hikayelerini?
Ben gözlerinin en ücra yerinde saklardım bendeki gizli hikâyeyi. 
Kimsenin bilmediği hikayelerimizi öğrenmek isteselerdi, ne yapardık?
Bizden bu hikayelerimizi anlatmamızı isteselerdi, sizce fısıldar mıydık karşımızdaki insanın gözlerine? 
En çok hangi gizli ve gizemli hikayemizi saklamak isterdik göz çukurlarımızda, zihin duvarlarımızın arkasında, düşünce dünyamızın iklimlerinde. 
“En çok gizlemek istediğiniz en giz hikayeniz nedir” diye sorulsaydı sır verir miydik?
Söyler miydik en önemli hikayemizin hangisi olduğunu ve fısıldar mıydık kulaklarına usulca?
Bir kadın karşı konulmaz cazibesiyle gelseydi bize. Bütün endamı, güzelliği, baş döndüren bakışları, ipeksi saçlarıyla arzu endam etseydi, karşımızda salınsaydı. En ücra yerlerde pusuya yatmış hislerimiz bu kadını görünce ortaya çıkıp, bütün bildiklerini bir çırpıda söyler miydi? 
Bir krallık verseler mesela, bir sultanlık bahşetseler, hiçbir derdimizin, kederimizin olmadığı her şeyimizin olacağı uzun ve sağlıklı bir ömür bahşedilseydi yine de kimsenin bilmesini istemediğimiz hikayemizi birilerinin kulağına fısıldar mıydık?