Korkunun mana itibariyle bir diğer akla gelen ifadesi ürpermektir. Korkunun birçok çeşidi olduğu gibi korkuyu tetikleyen nedenlerde vardır.
Sevdiklerimizi kaybetmekten korkarız. Hayatımızın bir yerlerinde ikamet ettirdiğimiz, bazen misafir olarak bulundurduğumuz insanlar vardır. Hayatımıza giren, çıkan, bir duraklık inecek yolcular gibi bir zamanlık bulunan, bulunduğu zaman diliminde hayatımıza dokunan, izler bırakan insanlar vardır.
Bunları kaybetmekten korkarız.
Belki de kaybederiz. Kaybetmenin birçok nedenleri olur. Bunlar bizlerden de kaynaklanabilir. Bizlerin dahli olmadan bilmediğimiz sadece karşı tarafın bildiği ve bizlerden sakladığı nedenler olabilir. İşte bu bilmediğimiz nedenlerden de sevdiklerimizi kaybedebiliriz.
Bu kaybetmeler bizlerde korkular bırakır. Kaybetme korkuları. Kaybettikten sonra bir daha bulamama, dokunamama, hissedememe korkuları.
Gitmek korkularımız vardır. Sevdiklerimizden, etrafımızda bulunan insanları, sevgililerimizi bırakıp gitme, gidememe korkularımız vardır. Gittiğimiz zaman, geri dönememe, dönsek de yerinde bulamama korkuları.
Gitmek korkuları. Bir gemicinin uzak diyarlara yelken açmasındaki dalgalardan, denizden, hırçın sulardan, bilmedi ülkelerin bilmediği ürküten limanlarından korkması gibi gittiğimiz yerlerde bilmediğimiz yeni insanların bilmediğimiz gönüllerine, kalplerine, dimağlarına, vicdanlarına girme korkusunu yaşarız.
Sığınmak korkularımız vardır. Bir korkudan bilmediğimiz bir başka olguya giderken, o olgunun bizlerde nasıl bir korku yaratacağını bilmeme korkusunu yaşarız tüm benliğimizle. Bilememe korkuları deriz buna.
Sevmek korkularımız vardır. Sevememek korkularımız olur. Sevecen bir bakıştan bile korkarız, O bakışı bir daha görememekten korkarız. Bir daha ya bakmazsa diye için için ürpeririz.
Bütün bu korkuları tetikleyen, alevlendiren nedenler vardır elbette. Küçük bir kıvılcım, hissedilmesi uzak bir ifade gibi duran duygularımız bile korkularımızı dürter. Alevlendirir ve hiç bilmediğimiz, içerisinden bazen kurtulabileceğimiz bazen de asla kurtulamayacağımız korkuların içerisinde buluruz kendimizi. Gelen bir haber, bir elin havaya kalkması, bir göz kırpması, bir kaş oynaması, sevgilinin bir burun kıvırması içimizde alevlenecek korkuların habercisi ve tetikleyicisidir.
Tek bir korku tünelinden ziyade korkular tünelinin içerisinde ilerliyoruz. Ve hiçbirimiz belki de buna dikkat etmiyoruzdur. Karşılaşıyoruz. Farkında bile olmuyoruzdur. Artık korkularımız sıradanlaşmıştır.
Deprem bölgesinde yaşayıp da hemen hemen her gün sallanan insanların depreme alışmaları ve bu alışkanlığın sıradanlaşması gibi. Korkuların içerisinde yaşıyor ve bu korkularımız hayatımızın birer sıradan olguları gibi geliyor.
Korkar insan.
Bu insani bir reflekstir.
İrkilmek, ürpermek, bir anda sıçramak ve ensenin terlemesi…
Korkunun bir diğer yanı başında duran içgüdüsel eylemi de sevgidir. Sanki dünya iki saç ayak üzerine kurulmuş gibi.
Korkmak ve sevmek.
Bu iki kelime birbirine ne kadar iki kutup gibi uzak olsalar da bir bakıma bir sinede kardeş gibi dururlar. Bazen birbirlerini destekleyen bazen de birbirinden fersah fersah uzak iki dağın birbirine karşılıklı bakması gibidir.
Korkarız. Bizleri insanların düşüncemizden, fikirlerimizden, yargılamalarından korkarız. Buna bir bakıma çekinceleşme de diyebiliriz.
Bir başka insanın düşüncesinin bir başka insanın düşüncesiyle uyuşması imkansız olabilir. Bu çok doğaldır. Ancak bu doğallık içinde bir insan neden bir başka insanın düşüncesini yargılamasından korkar ki?
Sen neden böyle düşünüyorsun?
Bu düşünce sana hiç yakışıyor mu?
Neden bu düşünceye sahipsin?
Böyle düşünmek nereden aklına geldi?
Ne tuhaf, ne acayip, ne garipsenir sorulardır bunlar. Düşünmek bir elbise değildir. Yakışıp yakışmadığına insanların dışarıdan bakınca karar vereceği, orasının burasının olup olmadığına söz sahibi olacağı bir kıyafet veya bir saç modeli değildir. Düşünmek korkmak gibi insani bir olgudur.
Düşünmek kişiye has bir duygudur. İnsanın ne düşüneceğine bir başka insanın karar vermesi, bu konuda kendisini söz sahibi görmesi kabul edilebilir bir durum değildir.
Korkarız.
Bu doğaldır.
İnsani bir durumdur ve reflekstir.
Ancak korkmak olgusunun bir başka şekli de vardır ki bu çok acıdır. Bu yön asla ve asla insani bir durum değildir.
Korkutmak eylemi.
İnsana has bir duygu gibi gözükse de insanın belki de yaratılış fıtratına aykırı duran bir eylemdir.
İnsanları her şeyle korkutabilirler. Eskiden kırbaçlarla korkuturlardı. Kılıçla korkuturlardı. Zindanla korkuturlardı. Şimdi ise bombalarla, dört duvar arasına sıkıştırmakla korkutuyorlar.
İnsanlar, neden ellerinde tuttukları güçle, zayıf, çaresiz insanları korkutur. Korkutmak onlar için bir zevk haline gelmiştir artık. Aldıkları haz ve zevk mazlumun ve güçsüzün üzerine indikçe çaresizlikten ne yapacağı bilinmeyen insan ellerini iki yana bırakıverir.
Sayısını dahi bilmediğimiz korkularımız var bu dünyada.
Korkmak evet korkmak insani bir durumdur.
Korkarız.
Bu kesin.
Ya korkutmak! Korkmak insani bir durumsa korkutmak nedir? Buna ne diyeceğiz? Evet. İnsani bir durum olmadığı kesin.
Vahşi, yırtıcı sırtlanların dişlerini dışarı çıkartarak, avının üzerine ağzının kenarlarından salyaları aka aka gitmesini andırır, bir insanın mazlum ve masum bir insanı korkutması.
Korkmak ve sevmek birbirinden ne kadar uzak olsalar da birbirlerinden hep besleniyorlar.
Bir sevgilinin gözlerine bakmaktan korkmak gibi. Bakmanın neticesinde yaşanacak şehvet dolu dakikaların hiç bitmemesini dilemek ve sevmek o bitmemesini istediğimiz zaman dilimlerini sevgilinin can alıcı bakışları arasında…
Korkarız, aşık olmanın dayanılmaz ıstırabını tatmaktan ve bu tatmanın sonucunda sabaha kadar yanan bir lambaya gözlerimizi mıhlayıp, aklımızı o dilberin gerdanındaki siyah bir bene mahkum etmekten…
Sevmek önce gözlerimize düşer sonra aklımıza oradan kalbimize ve gönlümüze akar. Bütün bedenimizi çepeçevre sarar. Bu sevdanın akabinde kalbin yerinden çıkması, aklın firar etmesi gibi neticeler yaşanmasın diye korkuya sarılır insan. Bir yorgan misali, vücutunu saran bir elbise gibi giyinir korkuyu.
Kaybetme korkusu…
Bir daha görememe korkusu…
Unutulma korkusu…
Burada en ağırı unutulma korkusu olsa gerek. Kaybedebilir insan sevdiğini. Ölümle kaybedebilir.
Uzaklara giderek gözlerinden kaybedebilir. Bu iki korkuya dayanabilir belki ama unutulma korkusuna hemen hemen hiçbir insan dayanamaz. Ve hiçbir insan kabul etmez unutulmayı sevdiğinin aklında.
Sevgilinin gözlerinden düşmek gibidir sevgilinin aklından düşmek.
Sevmesin, kabul etmesin bendeki sevdayı hatta reddetsin. Bir ömür belki de benden nefret etsin dersiniz ama beni unutsun diyemezsiniz.
Unutulmak çok acıdır. Yakar insanın bütün benliğini. Farklı bir acı, başka bir yara bırakır insanın dimağında.
Bazen insan korkusunu sever. Korkusuna mahkum olan korkunun içerisine hapsolan insan, o hapsolduğu korkuyu kabullenerek sever. Ya da sevmeye mahkum edilir.
Aynı kaynaktan gelip akan iki çeşme gibidir. Birisi acı, diğeri tatlı bir suyu andırır.
Bazen vahşi, yırtıcı bir hayvana benzeriz. En doğrusunu söyleyeyim hadi. O yırtıcı hayvan postunun  içerisine bürünür sevdiklerimize zarar veririz. Köşe başlarında ellerimizde kin, nefret, öfke silahlarıyla bekler ve yıkarız sevdiklerimizi. Kanatır. Can yakarız. Kıyarız. Sevmek ve kıymak. Bir sinede ne ilginç bir birleşme.
Ya sevmeyelim. Ya da kıymayalım. Kıyacaksak hiç sevmeyelim.
Sevmek en tabii haktır. Sevmek insani bir haldir. İnsanoğluna bahşedilen en bulunmaz bir hazinedir.
Korkmak ve sevmek.
Birbirine zıt olduğu kadar birbiriyle beslenebilen iki duygu.
Korkarak severiz.
Sevdiğimize yaklaştıkça korkularımızda o ölçüde artar. Kalp çarpıntılarımız hızlanır. Yüreğimiz kabarır.
Gözlerimiz büyür. Gözlerimiz küçülür. Avuçlarımız terler ve ellerimiz titrer. Bu yaklaşma sadece bizim
anladığımız mesafe anlamındaki yaklaşma değildir. Sevgi ölçüsü anlamındaki yaklaşmadır.
Sevdikçe korkarız.
Sevdiğimize sevgimiz ölçüsünde yaklaştıkça korkularımız da o denli artar. Sevgimiz belirli yeterlilikteki
doyuma ulaştığında biz artık sevgiliye bağlanmışız demektir. Bu bağlanmanın neticesinde sevgiliden
gelebilecek en ufak bir olumsuz hal, küçücük bir reddedilme, minik bir göz kaçırma hareketi bizleri
kaybetme korku kuyusunun en dibine düşürüverir. Ve oradan bir daha çıkamayacağımızı hayal ederiz.
Bu hayal ve korku sonu gelmeyen acılara ve olmayacak sabahlara sürükler. Sevdikçe korkarız.
Korkularımızla yüzleşiriz. Yeri geldiğinde üzerine üzerine gideriz onların. Karşısında dimdik dururuz.
Sağa sola yalpa yapmadan, eğilip bükülmeden öyle korkusuzca dururuz korkularımızın karşısında. Yeri geldiğinde korkularımızın koynunda büyütürüz sevdalarımızı.
Bazen bu korkularımız bizleri sevdiklerimizden uzaklaştırdığı gibi onlara yakınlaştırır da.
Hiç beklemediğimiz hiç ummadığımız bir zaman diliminde içimize düşüverir sevmek korkusu.
Korkarız sevmekten. Öyle bir an gelir ki kaybedeceğiz, ellerinden bilyeleri düşen çocuklar gibi
düşüreceğiz korkusunu yaşarız.
Korkmak ve sevmek.
Sevmek ve korkmak.
Mesafeler, an, zaman dilimleri girecek araya diye yaklaşmak sevgiliye. Ve korkmak bu mesafelerin zaman dilimlerinin sevgiliyi bizden alıp uzak diyarlara götürmesinden. Bir göz aralığı mesafesinde, bir kalp çarpıntısı hizasında, ten sıcaklığı tadında sevmek ve korkmak kaybetmekten sevgiliyi.
Sevgili kuşlar ülkesine yolculuğa çıkmak var şimdi, heybemde kaybetme korkusunu taşıyarak. Bütün kuşlardan almalı en sevecen, en masum, en temiz ve en saf düşleri bir kanat çırpmak tadında. Ve sevgili gitmeli şimdi kuşlar ülkesine bütün korkuları bir zeytin ağacının dallarına asarak. Düşlemek seni korkusuzca.
Sevmek korkusu.
Kaybetmek korkusuyla ne kadar da özdeş.