ARİFE KÖTÜLEŞMİŞ, DUYDUK 
Arife’nin günden güne kötüleştiğini duyuyorduk. Kaynana başta inanmasa da söyleyenler çoğaldıkça, durumunu anlattıkça inanır gibi oldu. Yok, barışmak istemedi. İnadı inattı, gidip bakmadı.        
O günlerde sobayı mı biliriz, soba ne gezer. Çöreği ocakta kızgın küle gömerek yapardık. Ne gün çörek yapsan yanına süt, yoğurt, çökelek, yağ bir şeyler koyar Arife’ye götürürdüm. Kaynana bunu görünce görmezlikten geliyor, ses etmiyordu. Anlayacağın biraz olsun yüreği sızlamaya başlamıştı.        
Göstermese de belli etmese de benim de onun oğluna kaçmam, ardından Salih’in doğması, daha sonra Arife’nin çocuğa yüklü olması; daha önemlisi de Arife’nin kötüleşmesinin içinde, ‘Ya öyle olursa ya iyileşmezse, ya ...’ dedirten bir sıkıntı oluşturması onu çok düşündürmüş olmalıydı.        
ARİFE HALAM* 
Ben sekiz dokuz yaşlarındaydım.           
Önce anımsadıklarımı anlatayım, sonra onu...           
Oralarda oynuyordum. Biliyorsun evlerimiz yakın. Çam Ali dedem bir gün sıllığın kapısından seslendi, “Elif, yavrum buraya gel.”       
Koştum vardım. Elinde koca bir sitil vardı. Bana uzattı. “Bunu götür Arife halana ver,” dedi. Sitile eli yapışıkken, “Yalnız eben sakın görmesin. Sen de bir şey deme,” diye sıkı sıkı uyardı. Sonra da bıraktı.           
İçinde katıkla tereyağı vardı. Öyle ettim, kimseye görünmeden oradan çıktım. Onu halama götürdüm verdim. Halam sevindi, sevinmez mi! Babasının ilgisi, sevgisi olan yiyecekler daha tatlı gelmiştir. Daha bir güzel olmuştur.           
Kaç kez böyle dedem ebemden uğrun benimle yiyecek, içecek gönderdi. Çam Ali dedemin yüreği yufkaydı. Kızının öyle yapmasına başta öfkelense de sonra yumuşadı. Çoğu baba öyle yapmaz.           
Kışın sonlarına doğruydu. Soğuk bir gün, öğleye yakındı. Evde oturuyorduk. Dış kapımız kakıldı açıldı. Gürültüye dönüp baktık. Gelen Eşekçi’nin karısı Anşa’ydı. İki elini beline koymuş eşikte duruyordu. İçeri girmiyordu. Bir diyeceği vardı, ivediydi.           
“Kız anam, yavrum! Arife iyi değil. Gittikçe kötüleşiyor. Ne yapacağımızı ne edeceğimizi bilemedik.”           
Duyar duymaz anam kaygıyla doğruldu, uzandı yeleğini aldı, sırtına geçirdi. İki Anşa bir oldular, koşar adım, yürüdüler gittiler.           
Çok sürmedi. Bir koluna anam bir koluna Eşekçi’nin karısı Anşa girmiş, getirdiler. Arife halam ayaklarını sürükleyerek yürüyordu. Yorgundu, bitkindi. Sararmış solmuş, incelmiş bir çöp gibi kalmıştı.           
Yatak serdik. Arife halamı yatırdık, yorganı üstüne çektik. Kesik kesik iniliyordu. Bunca yıl geçti, o sesi kulağımdan gitmez: İnce, acı içinde, ağılanmış, umutsuz bir ses. Belliydi, sesinden belliydi...           
Bir sürü sancıları içindeyken o sancısı da tutmuş da kimse anlayamamış. İkindiye doğruydu, çocuğu doğurdu. Soğuk, ağlamayan bir çocuk... Anlayacağın ölü doğdu. Artık ana karnında ne gün öldüyse... 
Karabey’i görmeliydin. Kapkara kesilmiş, bir şey yapamamanın ezikliği içinde, ağlamaklı bekliyordu. Çocuğu ona verdiler. Aldı götürdü. Toprağı kazmış, adını bile koyamadığı o çocuğu mezara koymuş, gömmüş.           
Akşam üzeriydi. Karabey geri geldi. Elinde iki tane portakal vardı. Nereden bulmuş almışsa, ‘Arife yesin,’ diye getirmiş. Halamın portakal yiyecek hali var sanki de... Portakal mı bulunuyordu ki yeğenim! İşte, bulmuş nereden bulduysa. Gönlünden kopmuş. Ne yapsın, yokluk... Hah, doktor nerede, kim biliyor ki! Herkes çaresizdi yeğenim.         
Kimi, “Tifo,” dedi, kimi, “İnce hastalık, o soyka verem hastalığı.”           
İpek Gelin gelip Arife’nin durumunu görünce baş tutuyor. Çıkıp Fadime’nin yanına varıyor. “Yoluk avrat yoluk avrat!” diyor, “Arife’nin durumu durum değil!”           
Bunu duyunca anlıyor. Kaygılanıyor. Hemen kopup geldi, yelli yelli içeri girdi. Arife halamın yanına vardı. Onu görür görmez daha da kötü oldu. Kızının başucunda ağlayıp dövünmeye başladı.           
Osman emmimin karısı Mıççı’nın Haçça da duymuş, o da koştu geldi. Orada kim var kim yok, Arife’nin başında ağladılar, sıkradılar.           
İpek gelin o ara, “Daha ne duruyorsunuz ne bekliyorsunuz?” dedi. “Arife’yi alıp götürelim.”           
Ortalık yeni kararıyordu. O günü unutmuyorum. Gözümün önünden gitmez. Halamın üstüne yıldız, elleri belinde, bereket desenleri olan bir kilim örttüler. Dursun dayım onu sırtına aldı götürdü.           
Biz de birlikte gittik. Büyük evin sekisinin üzerine serdikleri döşeğe yatırdılar. Büyük ocakta yeğin bir ateş yanıyordu. Ev halkı, her biri bir köşede üzgün sessiz sessiz ağlaşıyordu. Durumu bildikleri için Toros dedemin oğlu Deli Hafız’la Nazife’nin Ahmet’i çağırdılar. İkisi de Arife halamın başucuna oturdular, Kuran okumaya başladılar. Gece boyu ikisinin Kuran okuyan sesi, Arife halamın iniltileri birbirine karıştı.           
Ortalık ışırken Arife halamın gözlerinin ışığı söndü, soluğu kesildi. Anlamıştık. O artık yaşamıyordu. 
Çam Ali dedem evin içinde dönüp dolanmaya başladı. Oralara sığamadı. Bir çırpınıyordu ki, görsen. Yaralı bir kuş gibiydi; hıçkırıyor, titriyordu. Bir yandan dizlerine vuruyor bir yandan diyeşetler söylüyor, ağlıyordu.           
Duydum da... Ben daha küçüktüm, ağıtını belleyemedim.           
Doğru anan, Mevlüde gelinbacım da oradaydı. Demek o biliyor. Usunda tutmuş. Demek sana söyledi, sen de yazdın...           
İŞTE O AĞLADIĞI, İŞTE O AĞIDI 
En çok da kaynana dövünüyordu. Bağışlamadığı, dönüp bakmadığı kızı yoktu artık.           
Öyle etmeseydi, iyi olsalardı, Arife ile ilgilenseydi, gelip gitselerdi, yoklarını var etselerdi böyle olur muydu! Arife günden güne kötülemez o kötü hastalığın eline düşmezdi. Biraz da bundan yırtındı. O öfkesini bu kez de kendine yöneltti, o öfkesini kendinden almaya başladı. Saç baş yoldu. Çekti, o saçları tutam tutam eline geldi ya, ne işe yarar? Arife gitti, geri gelmez ki.           
Bir kuru inat uğruna Arife’yi bağışlamayan kaynana o günden sonra da kendini bağışlamadı.           
Kayınbaba ise öyle etti. Bir gün bile ağlamayan koca adam gözyaşı döktü. Damlalar yanaklarından aktı geldi. Bir yandan ağladı bir yandan söyledi.           
Büyük ev boydan boya           
Yatamadım doya doya           
Ölüm gelmiş bizim soya           
Uyan kızım Arife uyan           
Kalk kızım boylarına bakayım           
Ellerine al kınalar yakayım           
Kulağına altın küpe takayım           
Uyan kızım Arife uyan           
Uzak kaldım alamadım sesini           
Takınsana püskülünü, fesini           
Eller çekmez senin kara yasını           
Uyan kızım Arife uyan           
KARLI BİR GÜNDÜ, KARLARI YARA YARA 
Bak anan iyi tutmuş. Çam Ali dedemin, ‘Uyan kızım Arife uyan,’ demeleri daha kulaklarımda çınlar.           
Arife halam öyle can çekişirken o gece bir kar yağdı, bir kar yağdı...           
Arife halamı yudular. Solgun gövdesini ak kefene sardılar, tahta tabuta koydular.           
Kar yolları doldurmuştu. Mezarın yolunu küreklerle açtılar da onu öyle götürdüler.           
Bir gün önce ölen çocuğunun mezarını açmışlar, genişletmişler. Arife halamı yatırmışlar. Çocuğu göğsüne yaslamışlar. Sonra da toprağı kakmışlar, üzerlerini örtmüşler.           
Ya işte böyle yeğenim. Çok acı oldu, çok...           
*
Kütükte Arife’nin ölüm günü ile yılı, 03-10-1953’tür. Çam Ali ölüm günü ile yılıysa, 01-04-1960.
      ONLAR OLMASAYDI, BUNLAR YAZILAMAYACAKTI    
Safiye Şafak-Koç (1958-15-02-2022): Değerli eşimdir. Bunlar konusunda oldukça ilgili, bilgili biriydi. Bunlar yazılırken anımsadıkları, aktardıkları oldukça önemli bilgilerdir. Burada giriş olarak yazılan ‘Tokaç atlama oyunu’ da ondan alınmıştır.
Mevlide Güvenç-Koç (1930-2017 eylül): Artık yüreğimde de gömülü olan anamdır. Arife’nin yengesi, Ali Çavuş’un gelini, Dursun Koç’un karısı.    
Karabey, Osman Sağlam (1929-11-07-2010): Arife’nin kocası.    
Celal Koç (1925-10-12-2012): Ali Çavuş’un yeğeni, Arife’nin emmioğlu, İpek Gelin’in oğlu.      
Dursun Koç (1926-1976): Ben daha yirmi yaşındayken yitirdiğim, genç yaşımdan beri yüreğimde gömülü duran babamdır. Ali Çavuş’un oğlu, Arife’nin ağabeyidir.    
Elif Şafak-Pusmaz (1946-…): Arife’nin yeğeni, Anşa bacısının kızı, Çam Ali’nin torunu.
KİMİ SÖZCÜKLERİN ANLAMI
* Yiğidin sözü, demirin kertiği: Yiğit, mert kimseler sözlerinin eridirler. Onlar verdikleri sözden geri dönmezler, sözlerini inkâr da etmezler. Bu tıpkı bir demir üzerine açılmış çentik gibi meydandadır, kolay kolay yok olmaz.
Kertik: Çentik.
Aba: Bizim oralarda ikinci ana gibi görülen kadınlara seslenme sözüdür.
Durukmak: duralamak, ikirciklenmek, karar verememek, düşünceye dalmak. Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü           
Hortuklu: Ağzı burnu sümük içinde, pis. Sözlükte yok. Çok yerel bir sözcük olsa gerek.           
Yağdalı: Giysisi ve başı yağlı, kirli, pis kimse. (Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü)    
Yampiri: Eğrilmiş, eğri, yan, çarpık. Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü 
Ok: Buradaki “ok” sözcüğü kağnı oku anlamındadır. Kağnının ana çatısıdır. “At arabası, kağnı vb. araçlarda koşum hayvanlarının bağlandığı ağaç”tır. TDK. Kısaca ok iyidir, önemlidir, değerlidir. 
Köp: Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü, “Kağnı arabalarının ön ve arkasına enlemesine konulmuş iki uzun ve yassı tahta,” diye açıklamış. Bu yetersiz. Koşulu öküz kağnıyı çekerken boyundurukla kağnı tekeri arasında sıkışabilir. O yüzden arkaya enlemesine o tahtayı koyarlar. Öküz arada sıkıştığında kıçı köpe değeceğinden teker ayaklarına dolaşmaz, inciklerini yaralamaz. Öküzler dışkılarını bıraktıklarında işet o köp üstüne dökerler. Köpte boklu, pis bir görünümdedir. 
Holluk: Folluk da deniyor. Kuluçka için ayrılan, gurkun altına konan yumurta. Kara Celal’ın Karabey’e böyle söylemesinin altında bir neden yatıyor mu yoksa öylesine mi takıldı, bilemeyiz. Takma ad kişinin kimi durumlarına gönderme yapılarak verilebiliyor. Karabey çocukken, yeni yetmeyken holluk yumurta aşırmış olabilir. Öyleyse bunu duyar duymaz ona bu takma adı yapıştırmışlardır: ‘Holluk.’     
Başka bir durum daha var ki duyunca gülmeden edemedik. Karabey’in daha sonra evlendiği karısı Fadime’nin takma adı ‘Horoz’muş. Kadın olarak ‘Horoz’ takma adını alması aykırı bir durum. Bunun nedenleri üzerine düşündük.     
Karabey takma adı yetmemiş olacak ki holluk da demiş olabilirler. “O holluksa evlendiği kişi de horoz olmalı,” diye düşünüp karısına bu takma adı vermiş olabilirler. Bu düşük bir olasılık.     
Büyük olasılıkla Hafize bu takma adı dişli, baskın bir kadın olması; sürekli horozlanması nedeniyle almış olmalıdır. E, artık o horozsa kocası Karabey de doğal olarak holluktur.     
Tünnük tünnük aşmak: Tünnük sözcüğü katı, sert; koyu karanlık anlamında Kerkük’te kullanılıyormuş. Ancak bizdeki karşılığı abartılı olarak ‘Ardına bakmadan kaçtı dağları tepeleri aştı gitti,’ anlamında kullanılır.           
Kakıç kakmak: Suçunu yüzüne vurarak birini sıkıştırmak.           
Kargış vermek: Biri için kötü dileklerde bulunmak, bunun için yakarmak. 
Kötü yatı: Sözlükte yok. Bizim yörece bir deyim olsa gerek. ‘İyi kötü ne iyi ne kötü’ anlamındadır.           
Çığnamak: Çiğnemek demektir. Bu biçimiyle dinlemeyip birini kırmak, üzmek anlamına daha bir başka vurgu olur. “Beni çığnayıp geçtin” gibi.          
Gelinbacı: Kardeşin, dayının, amcanın karısı           
Köşeye oturmak: Köşe burada ocak anlamındadır. ‘Ocağın başına varıp oturdum,’ demenin kısacası olsa gerek. Genel anlamda gelin olmak, evlenmek anlamında kullanılıyor olsa da bizim orada (başka yerlerde de olabilir) kızın baba evinden kaçıp oğlan evine gelip girmesidir.
*Hala: İlginçtir. Bizim oralarda annenin kız kardeşine ‘hala’ denir. Babanın kız kardeşine de ‘bibi.’ ‘Teyze’ sözcüğü araya kakılınca ‘hala’ sözcüğünü babanın kız kardeşi için kullanmış olmalılar.    
Sömelek: 1. Kundağa sarılmış bebek 2. Bebek kundağı. (Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü)