Babanın yokluğunu Salih’in varlığı doldurdu. Onunla uğraşıyor onunla oyalanıyor, yapılması gereken işleri yapıyor günleri böyle geçiriyordum.           
Uzun sürmemişti. Anam ortalık soğuyunca gizli gizli ilgilendi. Ara sıra gözden uzak yerlerde görüşmeye başladık. Doğum yaklaşınca da gelip gitmeye başladı. Babamsa ilk torunu, bir de erkek doğunca yumuşadı. Barıştık.           
Deden Ali Çavuş’un buna daha da keyif oldu. Umutlandı. Kaynanamın bunu görmesini, onların kaçan kızlarını bağışladığını görüp onun da Arife’yi bağışlamasını umdu.           
Yok, tık yoktu. Yüzü sürekli asıktı. Kayınbaba anacak olsa, şöyle bir ağzını arasa... Ağzını açıyor, diyeceğini diyor, kayınbabanın Arife’yi anmasına bin pişman ediyordu.           
“Yok,” diyordu, “benim öyle bir kızım yok.”           
Kayınbaba Arife’yi elinden geldiğince boş bırakmadı, ilgilendi. ‘Gören duyan olur da söylerler,’ diye Arife’nin evine gitmedi. Köşede bucakta, bağda bostanda gitmiş azıcık görmüş, konuşmuş olabilir. Bunu kimse bilmiyor. Ancak kaynanaya göstermeden heybeye bir şeyler koyarak benimle gönderirdi.           
Demez mi! Çok başına kaktı. Her sözünün başı “Yoluk avrat”tı. Çok daha sonraları daha da çok kızar oldu ona. Yine de kaynana inadını bırakmadı. Dediğini etti. Kayınbabayı bezdirdi.           
Böyle böyle aylar geçti yıl oldu. Salih bir buçuk yaşındaydı -ya az ya da biraz çok. Sonunda baban döndü geldi.           
Ali Çavuş daha da bir sevindi. Yitirdiği kardeşinin adını torununa vererek onu yeniden bulmuştu. Şimdi de evinin direği gelmişti.           
“Bir de Arife’nin kocası geleydi. O da yalnızlıktan kurtulaydı.” Yalnız kaldığında böyle söylenirdi. Artık bir tane kaygısı kalmıştı, o da buydu. Yine de umutluydu, karısı Fadime’nin yumuşayacağını düşünüyordu. ‘Kocası gelsin. Arife de çocuğa kalsın. O da bir torun versin. Dayanamaz.’           
Artık kim ne yaşayıp görüyorsa biz de onu yaşayıp görerek günlerimizi geçiriyor, yaşamımızdan gün alıyor, gün sayıyorduk.           
ASKERLİĞİM BİTTİ, DÖNDÜM 
Arife’siz geçen günleri günden saymadım. Sayılmayan günler geçmedi, geçmek bilmedi. İki yıl, birkaç ay geçti de nasıl geçti ben bilirim. Biter bitmez Ordu’dan yola çıktım. Köye özlem, sevdiklerime özlem, bir de Arife’ye özlem... Coşuyor çağlıyordu içim.           
Uzun bir yolculuktu. Kışa doğruydu, soğuk bir gündü. Köye geldim, yürüdüm vardım. Eve girdim. Bizim kavuşmalarımız ne ki?.. Utanırız, kimseye göstermeyiz. Ömer, Mevlüt, Gazi ağam ile gelinbacılarım kalktılar, sevinç çığlıkları attılar, sarıldılar öptüler. Onlar öyle ederken benim gözüm Arife’de. Yanda elleri böğründe, gözler yere bakar duruyor. Ara sıra da gözlerini kaldırıyor bana bakıyor, göz göze geliyorduk...           
Özlem bitmişti. Kavuşmuştuk. Artık sonrasına bakacak, sevecek sevilecek Arife ile bayram edecektim. Gücüm vardı. Çalışacak, ekmeğimi taştan çıkaracaktım. Geçinip gidecektik.           
ARTIK TOKAÇ MI ATLAMIŞ, BAŞKA BİR ŞEY Mİ... ERZURUMLU BİR KIZ DA SÖZÜNÜN ERİYMİŞ 
Ben Erzurum’da inzibattım. Akçadamlı Cırrık’ın Mehmet var. O da orada askerdi. Erzurumlu bir kıza takılmış. Birbirlerini sevmişler. O ara o kızı da başka birine vermişler. Kızın gönlü Mehmet’te. Mehmet ile kız anlaşmışlar. Mehmet’in askerliği biter bitmez kaçacaklar. Mehmet kızı gizlice alıp götürecek, Erzurum dağlarını aşıracak, köyüne getirecek. Yalnız bir engel var. Bizim gibi inzibatlar... Dolanıyor, özellikle saçları kısa gençleri tutuyor, bakıyor, kaçaksa yakalıyor, geri birliklerine gönderiyorlar. Mehmet daha çok göze batar. Bir de yanında eli bohçalı genç bir kız. Gözden kaçmaz.        
Askerliğinin bitmesine az kala bana geldi. Durumu anlattı. Dursun,” dedi, “Başka yolu yok. Kızla anlaştık, onu kaçıracağım. “Sen,” dedi, “bize bir yol göster... Ne yaparız, nasıl ederiz; görünmeden, yakalanmadan nasıl geçip gideriz?”       
Anladım, anlamam mı? “Sen kaygılanma,’ dedim yatıştırıcı bir sesle. “Ne gerekiyorsa onu yaparız.”
Yüzünü görmeliydin. Umudu kesikken, benim verdiğim güvenle yatıştı. “Tren biletlerini önceden ayarlayalım,” dedim ardından. “Ben alırım.” Buna başını salladı. Sevinerek gitti.
Ben de yürüdüm gittim. Birkaç güvenilir arkadaşın adını vererek o günün nöbetini trenin kalkış saatine göre yazdırdım. Sonra arkadaşları gördüm. Durumu anlattım. Sıkı sıkı öğütledim. ‘Bu kez kaçakların kaçmasına göz yumacağız. Daha önemli bir şey var. Olur ya, kızın soyu sopu kaçtıklarını anlar peşlerine düşerlerse kan çıkar. O yüzden sizin yardımınıza gerek var. Onlar gelip trene binene, tren yola çıkana dek çevrede gözümüzü dört açmalıyız. Ona göre...’ Sağ olsunlar, tümü de başlarını salladılar.       
Gidecekleri günün bir gün öncesinden biletleri aldım hazırladım. 
Ertesi gün oldu. İstasyona gittik, belirli yerlerinde durduk. Ne var ne yok görüyor, anlaştığımız gibi çevreyi denetim altında tutuyorduk.        
Biraz sonra Mehmet ile yanında biri geldi. İlk bakışta yaşlı bir kadına benziyordu. İyi bakınca görebiliyorduk. ‘Kuşkulanmasınlar, anlamasınlar, tanıyamasınlar,’ diye çar dedikleri kara bir örtü geçirmişti başına.       
Bizim gözetimimiz altında trene bindiler. Biraz sonra tren dumanlar salarak kalktı. Tümümüz de tuttuğumuz soluğumuzu saldık, düzgün bir soluk aldık. Mehmet trenin camına çıktı, bize el salladı. Biz de el salladık, ardından da ellerimizi var gücümüzle çırptık. Gürül gürül bir alkış koptu. İstasyon ora, ortalık ana baba günü. Bir sürü insan var. Bize dönüp baktılar. Neye alkış çaldığımızı anlayamadılar, ancak kendiliğinden elleri ellerine gitti, onlar da alkışa katıldılar. Askerliği biten bir arkadaşımızı uğurladığımızı sanmış olmalılardı, ne bilsinler! 
Ya işte böyle. Ne günlerdi o günler!       
ARİFE’YLE BAYRAM ÇOK SÜRMEDİ 
Böyle böyle dört beş ay geçti. Bir gün Arife gülerek, sevinerek yanıma geldi.           
“Ben,” dedi, “çocuğa kaldım sanırım. Üzerim yüklü!”           
Bunu duyar duymaz çarpılmışa döndüm. Köylük yerde çocuğun olmasın... Sözü diken ederler, batırırlar da batırırlar. Bu kadın için daha güç. Kısır olması bir onun için en kötü şey olsa gerek. Arife’nin sevincinin bir bölümü de o yüzden. Ona öyle gözle bakmayacaklar. O da ana olacak, çocuğunu kucağına alacak. Sevecek, bakacak, onu büyütecek. Onunla kalmayacak daha çok çocuk, daha çok sevinç...           
Ben baba olacağıma seviniyordum. Ancak Arife’nin ana olacağına sevinmesine daha çok seviniyordum. O sevinci, o gülücükleri Arife’nin yüzünde güller, çiçekler olmuş Arife’yi daha da güzelleştirmişti.           
Ayrıca olanlardan biliyorduk. Çocuk, ebelerin de dedelerin de katılaşmış yüreklerini yumuşatıyordu. Biz de kaynananın küslüğü bırakacağını, bizimle barışacağını umuyorduk. ‘Birkaç gün daha geçsin, Arife'nin karnı büyüsün... Kaynana onu yolda belde görür dayanamaz, bir şey olmamış gibi gelir konuşur. Böylece iş tatlıya bağlanır. Birbirimize gider geliriz,’ diye düşünüyorduk.           
Yok, olmadı. Kaynananın yüreği taş gibiymiş. Yumuşamadı. Kızıyla kaç kez karşılaşmış da oralı olmamış, dönüp bakmamış bile. Aracı gönderdik, ‘Bayramda varalım, ellerini öpelim,’ diye söylettik. “Olmaz,” demiş, “Gelmesinler. Dursunlar durdukları yerde, kalsınlar kaldıkları yerde. Onlara benim içim doğrulmaz.”           
Arife bir iken iki olmuştu. İçinde bir yaşam daha taşıyordu. Yemesi, boğazına bakması gerekiyordu. Ancak yokluğun gözü kör olsun! Bir iki küçük tarla, birkaç evlek bahçe, bostan... Eksen ne çıkıyor ki? Dişimizin kovuğuna yetmiyor. Elimizde avucumuzda yoktu ki, alsam, yedirsem içirsem.           
Arife bunlara katlanıyordu. Yok, ‘Üf ya,’ bile demiyordu. Bir gün olsun yakındığını görmedim. Bunu baştan biliyordu.           
Dayandık, katlandık. Günlerimiz böyle böyle geçti. Altı yedi ay oldu. Artık Arife’nin karnı burnundaydı. O arada gördüm. Arife düşkündü. Sararıp solmaktaydı.           
Biliyor musun, bir gün bana, “İçim portakal çekti. Alsan da yesem,” dedi. Dedi ya, benim de içim çekildi. Şimdi ona parayı nereden bulayım, nasıl alayım? Elde yok ki. Gidip alsam, getirip kabuğunu soysam. Dilim dilim edip versem. Yese. Alamadım. Ayda yılda bir, bir şey dedi, bunu istedi de... Yapamadım. Bu bana koyar da koyar.           
Sonra sonra... O gün sağa sola koştum, para buldum, iki üç portakal aldım götürdüm de... Ah ki ah!