Hepimiz aslında birer sahtekar, birer dolandırıcı, birer yankesici, en çokta pişkin, arsız ve küstah gaspçı değil miyiz?
“Şimdi durup dururken buda nereden çıktı” diyecek, ardından da “Adam kendisini bir suçla itham ediyor” diye garipseyeceksiniz.
Bizlere biçilen ömür dediğimiz bir zaman dilimi vardır. Bu biçilen veya üzerimize bir elbise gibi giydirilen zaman diliminin içerisinde yaşamını sürdüren varlıklarız.
Kainatta hiçbir varlığa verilmeyen en kutsallar bizlere verilmiştir. Adeta altın tepsi de sunulur gibi varlık dağarcığımıza bırakı verilmiştir. Akıl, beyin, fikir, kalp, his, sezgiler… Bütün bunlar sadece bizlere has, bizlere özgü birer değerli hazinedir.
Hangisinin kıymetini, değerini biliyor, anlıyor, idrak ediyor ve anlamaya çalışıyoruz. Evet hepimiz birer hırsız, dolandırıcı, yankesici, pişkin, arsız ve küstah sahtekarlarız.
Kendimize dolandırıcıyız.
Kendimize sahtekarız.
Kendimize yankesiciyiz.
Bizlere verilen, bahşedilen, zamanımızdan çalıyoruz.
Hayatımıza giren insanların hayatlarını, dakikalarını, saatlerini, günlerini velhasıl en kıymetli ve en değerli hazineleri olan zamanlarını çalıyor, hunharca gasp ediyoruz. Pişkince, gözlerinin içerisine bakarak, gözlerimizi bile kırpmadan hiç ediyoruz.
Hangimiz bir insanın hayatına dokunmadık, yaşamının bir kıyısında yer almadık?
Göz kırpmadık karşımızdaki insana?
Bu göz kırpmalarımızın neticesinde neler olabileceğini, ne tür sonuçlar doğurabileceğini düşündük,
idrak ettik?
Kaçımız aşık olmadık?
Hepimiz bir yönüyle birilerinin kalbine, aklına, fikrine, dimağına, sezgilerinin, hislerinin arasına girdik ve o engin sularda yüzdük, kulaç attık.
Hepimiz bir anlığına da olsa, kelebek etkisi misali kendi hislerimiz, düşüncelerimiz, kalbimizin ayaklarına ayak uydurarak bir başka insanın hayatına girip etki ettik.
Hepimiz kabul etsek de etmesek de birer aşk hırsızıyız. Düşünce dolandırıcısı, gönül çelen pişkin yan kesici en çok da arsız ve küstah gaspçılarız.
Yaşamlarına dokunduğumuz insanları hiç hakkımız yokken kırıyor, incitiyor ve zamanlarını harcıyoruz.
Bir saniye bile insan hayatında ne kadar değerlidir. Hayatına dokunduğumuz, kelebek etkisinde bulunduğumuz belki de hiç tanımadığımız insanın o hayatlarını sanki bizler vermişiz gibi kendilerine bahşedilen saniyelerini nasıl da küstahça ve arsızca çalıyoruz. Hiç ediyoruz. Yok yere harcıyoruz. Boş yere parçalıyoruz.
Yüzümüz bile kızarmıyor. Belki de en ufak bir pişmanlık duymuyoruzdur. İçimizin ürpermesini bir kenara bırakıyor, üzerine pişkinliklerimizi ve arsızlıklarımızı örtüyoruz.
Davetsiz giriyoruz insanların yaşamlarına. Bu davetsizliğimizi ne gariptir bir de arsızlığımızla ve pişkinliğimizle taçlandırıyoruz.
Hangimiz bir insanın hayatına kelebek etkisinde bulunmadık?
Küçücükte olsa bir parmak hizasında, hafif bir tüy dokunuşu ağırlığında etkimiz olmadı?
Bir insanın en değerli hazinesidir ömrü. Hayatı hiçbir şeye, hiçbir metaya değişilmez. Biz o en değerli hazinenin içerisine giriyor ve hoyratça harcıyoruz.
Hatta biraz daha ileri gidip kendi zaman hazinemizi bizlere hiçbir değer, kavram, önem, kıymetli bir karşılığı olmayan işlerde kullanıyor, yok pahasına hiç ediyoruz.
Nasılda arsız sahtekarlarız.
Nasılda vurdum duymaz arsızlarız.
Zaman denilen kıymetli hazinenin üzerine çıkıyor, arsızca tepiniyor, üstüne üstük birde hiçbir şey olmamış, o tepinen biz değilmişiz gibi pişkin pişkin gülümsüyoruz.
Sanki masanın üzerinden bir bardan su alır gibi ya da kitaplıktan bir defter yaprağı koparır gibi bir hale bürünüyoruz. Hiç farkında olmadan kendimize bahşedilen zaman dilimlerimizi en manasız ve zamansız işlerde harcıyor, kullanıyoruz.
Bir bardağın masadan alınması, bir yaprağın defterden koparılması anlayışı gibi hiç ettiğimiz zamanlarımız bizlere önemsiz geliyor.
Kendimize yüzümüzü bile ekşitmiyoruz.
Aynaya her baktığımızda aslında harcadığımız zaman dilimlerinin ve kıvrımlarının üzerimizde ne tür etkiler ve izler bıraktığını fark edeceğiz. Ancak bu hiç te öyle olmuyor. Aynaya her baktığımızda kendi yaşamını, zamanını, hayatını, hiç eden, gasp eden, çalan, kendi yaşamına yankesicilik yapan bir insan sureti görüyoruz.
Nasılda çalıyoruz insanların yaşamlarını, zamanlarını, en değerli hazinelerini avuçlarının içerisinden parmaklarını kıra kıra, avuçlarının derilerini söke söke gasp ediyoruz.
Nasılda küstahlaşıyoruz.
Nasılda arsızlaşıyoruz.
Nasılda yüzsüzleşiyor ve iki yüz geçirilmiş yüzle dolaşıyoruz yine hayatlarına dokunduğumuz insanların arasında.
Oysa bilmiyoruz, bilsek de bilmemezlikden geliyoruz insanın en değerli hazinesinin ömrünün zaman dilimleri olduğunu.
Seviyoruz, aşığız dediğimiz hayatımızın hep baş köşesine koyduğumuz insanların duygularını, düşüncelerini, hislerini nasılda gasp ediyoruz. Acımasızca geçmiş zaman çöplüğüne bırakıveriyoruz.
Hayatını bizim yalanlarımıza, kaprislerimize, ikiyüzlülüklerimize adamış kaç masum insanın kanına girdik?
Kaç can yaktık bir bakış uğruna?
Kaç güzellik soldurduk yanaktaki bir bene, dudağın hemen yanında beliren bir gamzeye ulaşabilme uğruna?
“Ben seviyorum.”
“Gerçekten seviyorum. İnan sözlerime.”
“Güneşe dokunamamak gibi sana ulaşamamak.”
“Ben sana ulaşmak istiyorum. Benim güneşimsin.”
Söylediğimiz kaç süslü cümle ile kaç kalbin içerisine girip onu yaraladık?
Bize inanan, güvenen, gözlerimizdeki yalanın ışığını gerçek zanneden, avuçlarımızda tuttuğumuz yüreğimizi aslında bir taş olarak göremeyen kaç gönle girip de yarı yolda bıraktık?
Hepimizin bir ömre dokunmuşluğu ve o ömürden zaman hazinelerini inci mercan gibi çalmışlığı olmuştur mutlaka.
Gasp ettiğimiz, çaldığımız, zorla ellerinden aldığımız, kelebek etkisiyle sarstığımız bir ağacın yapraklarını döken son bahar rüzgarı gibi tane tane kopardığımız zamanları biriktirseydik kaç vazo veya kaç kavanoz gerekirdi?
Aslında hepimiz birer zaman hırsızı koleksiyoncusu değil miyiz?
Biriktiriyoruz. Dokunduğumuz insanların zamanlarını geçmiş zaman dilimi çöplüğümüzde biriktiriyoruz arsızca.
İnsanların ömürlerinden çaldığımız zamanları zihnimizin bir köşesinde zulalıyor ve her çaldığımız zaman dilimini bir sonrakinin üzerine örterek kapatıyoruz.
İsteyerek veya istemeyerek bilerek ya da bilmeden insanların hayatlarına dokunuyor ve zamanlarını alıyoruz.
Bunu bazen hoyratça yapıyor bazen de hiç haberimiz olmadan yaşam kıyılarına dokunarak masumca…
Aslında arsız birer zaman koleksiyoncusu olduğumuzu birisi kulağımıza fısıldasa ona ne cevap verirdik?
Ya da aynaya bir kez daha bilinçli bir adımla koşar, aynadaki sahdekar yüzümüze bakarak yüzümüzdeki çizgilerin hem kendi hem de başkalarının zamanlarından çaldığımız, gasp ettiğimiz, çizgiler olduğunun idrakine varır mıydık?
Veya arsız bir dolandırıcı olduğumuzu kabul etmez, yüzümüz bile kızarmadan fısıldayanın kulağına nasılda acımasızca, küstapça bakışlar gönderirdik?
Aldırmaz ve umursamaz arsız bakışlar.
Koleksiyoncular biriktirdikleri koleksiyon eşyalarını zevkle, iştahla çeşitli hazlar alarak bir araya getiriyorlar. Koleksiyon tamamlandığında insanlara göstermek için sergiler düzenleyebiliyorlar, davetler gönderiyorlar. İnsanların koleksiyonlarını görüp yorum yapmalarını bekliyorlar.
Bu işten ayrı bir zevk ve haz duyuyorlar.
İnsanların zamanlarını, en kıymetli hazinelerini çalan arsız ömür koleksiyoncularına ne demeli…
Davetsiz ve sevgisiz koleksiyonlarıyla nasılda gurur duyuyorlardır.
Tek kişilik bir sergi, tek kişilik bir davettir onların ki.
Yalnızca kendileri davetlidir arsız sergilerinde.