Çocukluğumdan beri duyardım. Yakınlarım, büyüklerim anlatır söylerlerdi. Bir de ağıtı vardı, onu da dinler duygulanır üzülürdüm. Aradan onlarca yıl geçmiş. Derleyip kaleme almasam unutulacak. Ayrıca bir şeyleri, bir yerleri eksikti. Onları da bulmak eklemek istiyordum.
RAHİME GELİN
Bu öyküyle ağıtının birinci elden tanığı Rahime Gelin’dir. 1990’lı yıllar, bir yaz günüydü. “Bunu bir de onun ağzından dinleyeyim,” dedim. Evlerinin önündeki örtmenin üstünde oturuyordu. Dolandım, çıktım yanına vardım. 
Hoş beş ettik. Hal hatır sorduktan sonra, “Rahime eci,” dedim. “Mustafa’nın öyküsüyle ona yakılan ağıtı birilerinin ağzından duydum, ancak yarım yamalak. Bir de sen anlatsan. Eksik yerleri de duymuş olur, bütünler, bitirirdim.”
Şöyle bir daldı. Düşündükleri kurşun gibi ağır olmalıydı, başı öne eğildi. Bir iç çekti. Çektirerek, “Aman oğlum norecan ki? Giden gitmiş, kalan kalmış!” dedi.
Öyle demesine bakmayın. Öyle dedi demesine de, öyle demek başka sesteki tını başka. O yüzden ses etmedim. Dediğine değil de sesine kulak verdim. Yüzüne bakıp dinlemekte olduğumu gösterdim. Çok bekletmedi, anlatmaya başladı.
Bana demiyorlar. Ben işin ortasında olsam da kıyısında duruyorum. Daha körpe bir gelinim. Ağzım var dilim yok. Bilseydim, duysaydım bir şey der miydim, desem duyarlar, dinlerler miydi, onu da bilemiyorum. Kendi aralarında konuşmuşlar, kol kırılmış yen içinde kalmış.
SİPAHİOĞULLARININ MUSTAFA, TAKMA ADI ÇOBAN
Ona daha çok Çoban derlerdi. Çobanlığı takma adı oldu, öyle kaldı. Onu ilk gördüğümde gözüme düşen; boylu boslu, yiğit, yakışıklı bir ergen oğlan. Gözümde de öyle kaldı, içimde de öyle durur.
Gelin olalı bir yıl doldu dolmadı askerliği geldi. Bir büyük savaş vardı. Ben bilmem de anlatır söylerlerdi. Yer yerinden oynuyor, büyük ülkeler birbirine girmiş birbirini kırıyormuş. Bizim ülkemiz de diken üstendeymiş. Savaşa girdi girecekmiş. Mustafa o savaşın ortasında askere gitti.
Bir de üzerim yüklüydü. Öyle kalakaldım. Mustafa askerliğini yapacak ben de asker yolu bekleyeceğim. Eskiden öyleydi, bir aradaydık. Kayınbabam, kaynanamın yanında kalıyor, Mustafa’sız gün dolduruyordum. Sayılı gün böyle olunca çabuk geçmiyor. Bunu gel bana sor. Çeken bilir.
Hisarbey köyü nere Bingöl’ün Genç ilçesi nere? Sipahioğullarından Mustafa o yolu tepiyor varıyor oraya. Jandarmaymış, orada jandarma olmuş.
Artık ne süre geçmiş, bilmiyoruz, olanlar olmuş. Mustafa’nın gönlü çokmuş demek ki, bana düşürdüğüyle kalmamış orada da gönlünü birine düşürmüş. Ah, yar üstüne yar seveni ne yapmalı?
O, Genç ilçesinin neresinden, hangi köyündenmiş; güzel miymiş, bu iş nasıl olmuş, burasını pek bilemiyoruz. Anlatmadı ki, anlatması için ilerlemedi ki. Bildiğimiz adının Sare olduğu.
O yıllarda askerlik de uzun. İki üç yıl geçti. Bir de geldi. Onca yılın özlemiyle seviniyorum ki nasıl! Bir şey yok. O da sevinçli, iyi. Öyle diyorum da bir tutukluk da var. Usuma kötü şeyler getirmiyorum. Bunca yıl yaban ellerde neler görmüş neler geçirmiş neler çekmiştir. Ona bağlıyorum.
Dedim ya, sonradan, iş işten geçtikten sonra duydum. Sare’ye gönlünü düşürünce içine de bir ateş düşer, sürekli kayılı, yanar dururmuş. ‘Ben şimdi ne yapacağım?’
Sare ile görüşür konuşurmuş. Evli olduğunu, köyünde onu bekleyen bir karısı bir de çocuğu olduğunu söylemiş. Sare bunları biliyormuş. Bilse de gönül bu, buyruk dinlemiyor. Sare onu da alsın, onu da sarsın istiyor. Güveniyor ona, gönlünde ona da yer olduğunu biliyor. Bunu görmüş, Mustafa bunu ona göstermiş. Bu durumda ne olacağı nasıl olacağı üzerine başlarını iyice yormuşlar. İlk uslarına gelen Mustafa askerliğini bitirip teskereyi alınca birlikte kaçmak olmuş. “Seni alır götürürüm. Birlikte varırız. ‘Bakın, size bir gelin daha getirdim.’ derim,” diyormuş Sare’ye. Öyle konuşsalar da Sare bilmiyor, tanımıyor. Güvenip güvenemeyeceğine karar veremiyor. Mustafa da biraz kuşkulu. Bunu sezdiriyor. Onu en çok benim durumum düşündürmüş olmalı. Anası İpek Gelin’in gelini olduğum gibi, ikimiz de Akçadam’dan gelmeyiz. Uzaktan da olsa yakınız. El kızı değilim ki, biraz oluruna baksınlar. O yüzden Mustafa doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyor. En sonunda şunu diyor: “Köye gideyim. Anama, babama, karıma durumu anlatayım. Onların anlamalarını sağlayayım. Olurlarını alayım. Çok sürmez. Ben geri gelir seni alır götürürüm.” Bir de işin Sare yanı da var. Onun annesiyle babasının, soyunun sopunun ne diyecekleri de belli: “Olmaz! O yabancı biri, çok uzaktan. Bir de evliymiş, çocuğu da varmış.” İşin o yanıyla uğraşsalar işler daha da güçleşir. O yüzden Mustafa gizlice varacak Sare’yi kaçırıp oradan aşıracak. Öyle sözleşiyorlar. 
Mustafa, Sare’ye, “Sen kaygılanma e mi,” diyor. “Beni bekle. Sakın umudunu kesme. Ben gelirim.” Sare’nin gözleri umut dolu, sevgi dolu. Bekleyecek, beklemez mi.  Kavuşmalarını, umutlarını, sevinçlerini biraz erteliyorlar. 
Mustafa böylelikle dönüp geliyor. Anlattığım gibi bana bir şey sezdirmedi. Birkaç gün sonra bu durumu anasına, babasına açıyor. Bunu duyan anne ile baba Mustafa’nın ummadığı oranda karşı çıkıyorlar. Ayak diriyor, “Olmaz. Öyle şey olmaz!” diyorlar. Oldukça kararlılar. 
Mustafa günlerce diretiyor, yalvarıp yakarıyor. Ancak bir gıdım yol alamıyor. Annesi de babası da inat ediyorlar, ‘Olmaz, olmaz. Sen o işi unut. Bir daha anma. Duymak istemiyoruz.”
Mustafa ne yapsın. Sevdiğine söz verip de yerine getiremeyince daralıyor, geriliyor. Sare onu bekliyor. O ise gidemiyor. Gidemezse, ona kavuşmazsa ne yapar? Burada iş uzadıkça, o gelemedikçe Sare kim bilir ne düşünüyordur. O ne eder ne yapar? Yolunu gözlüyor. Beklediği gelmezse sonu ne olur? Böyle sayısız kara düşüncelerin karalığı, ağırlığı üzerine yükleniyor. 
İçleniyor, sızlanıyor annesiyle babasına sayısız kez diyor anlatıyor, diller döküyor. “Yok,” diyorlar. “Olmaz!” Mustafa bu konuyu açtıkça bildik öğütler veriyorlar: “Oğlum sen evli barklısın. Gül gibi karın var. Çocuğu neyin olmasa neyse de… Çoluğun çocuğun da var. Bizi utandırma, ele güne karşı ne deriz, ne yaparız? Bunu karın da duymasın. Üzülür. Sonra öyle yabancı da değil.” Daha bir sürü şey dedikten sonra bu işin olamayacağını kesin bir dille bildiriyorlar.
Artık günler geçmiş haftalar olmuş, haftalar geçmiş aylar olmuş. Mustafa ümitsizlik içinde. Sare onu bekliyor. O ise gidemiyor.  Mustafa İki arada bir derede kalmış.
Annesi babası bir şey söyletmiyor, bunu duymak istemiyor. Konuyu kapatmışlar. Mustafa ise yaralı, içinde bir sürü yara var. Sevdiği Sare’sinin yokluğu, ona verdiği sözü yerine getiremeyişi, onun yolunu beklediği, gelmezse neler düşüneceği, bu iş olmazsa nasıl yaşayacağı birer yara olmuş, sızladıkça sızlıyor.
Bunu yavaş yavaş ben de gözlemeye başladım. Duruktu, durgunlaşmış pek bir şey demiyordu. Derin düşünceler içindeydi, dalıp gidiyordu. İçine kapanmıştı, çevresine, dünyaya küsmüş gibiydi. Yemeden içmeden de kesildi. Günden güne düşmeye başladı. Ben de sandım ki hasta, o yüzden böyle oluyor. Değilmiş. Bunu o kötü hastalığa yakalandığında anladım. O öyle kendini yiyip bitirince, güçsüz kalınca ince hastalık sinsice içine girmiş. O günlerde vereme bir şey yapamıyorlar. Mustafa günden güne sarardı soldu. O öyle eriyip giderken ben yine yüklüydüm. Bir çocuğa daha kalmıştım. Onu duysa da sevinecek durumumuz mu var? Acılıyız, buruğuz. Onun sevincini yaşayamadık.
Birkaç ay daha geçmişti. Öksüzoğlanlar ak ak, gülgülüler sarı sarı, kırları bayırları sarmış, ağaçlar çiçeklere donanmıştı. Yaylaya çıkma günleri gelmiş, göç için toparlanmaktaydık. İşte o günlerde gözlerini yumdu. O ince hastalık onu yedi bitirdi, bizden kopardı, aldı götürdü.
Geride elleri koynunda ben, bir öksüz oğlan, babasız doğup büyüyecek karnımda bir çocuk; yaslı sevenleri kaldık.
Ana, baba, bacı kardeş başucuna toplandılar. İçimiz sızım sızım sızladı; ağladık gözyaşı döktük. Bacısı Emine dedi o ağıtı. Öyle dururken içinden kopup gelmiş, art arda söyledi dizdi.