Bilmem okurlarım farkındalar mı, ben denemelerinde öyle kelime ve deyimler kullanıyorum ki, belki de bunlar okurlarımın kulaklarına yabancı. Bu benim yaptığım malumatfuruşluk, ukelalık olarak görülebilir. Ama gerçek hiç  de öyle değil, benim tarzım, benim üslubum böyle. Başka türlü  yazmak elimden gelmiyor. Bu konuda beni az çok haklı çıkaracak husus da var. Şu bizim Yozgat 18. Asırdan beri bir medrese (üniversite) şehri olarak düşünülürse, benim üslubuma hayret etmemesi gerekirdi. Yozgat türkülerinin içinde öyle sözler var ki, onlar Yozgat’ta zengin bir kültürün varlığını ispat ederler. Mihrican mı Değdi adlı Yozgat türküsü bile tek başına böyle bir kültürün yaşadığına işaret ediyor. Mihrican kelimesinin etimolojisini araştırarak ukelalık yapmayacağım sadece bu farsça kelimenin türkülerimize nasıl girdiğini türkü meraklılarının araştırmalarına bırakıyorum. Yaşı benim gibi ellinin üzerinde olanlarla sanırım bir problem yok. Gençlere gelince beni bağışlasınlar… Affınıza sığınarak söylüyorum, gençler Türkçeyi kaşını gözünü yararak hem de sınırlı bir kelime dağarcığı içinde konuşuyorlar. Yüzyıllar boyunca her değirmenden diri çıkan Türkçe, inşaalah bu günleri de atlatacaktır.
Ben Türkçenin, onun anlatım gücünün, telaffuzunun, imkanlarının, hoşgörüsünün hasılı her bir şeyinin sevdalısıyım. “Bir İhtimal Daha Var, O da Ölmek mi Dersin” adlı nihavent şarkıdaki ihtimal kelimesinin yerine olanak kelimesini koyamıyorum. Benim de hoşgörü sınırlarım geniştir ama öyle de olsa Türkçeme laf söyletmem işte bir tek ona tahammülüm yok. İhtimalin yeri başka, olanak dedikleri kelimenin yeri başka! İyi de kardeşim hoş güzel söylüyorsun da yazılarında unuttuğumuz, tedavülden kalkmış bir sürü Arapça, farsça kelimeler döktürüp duruyorsun hem de bunu sanki bir marifetmiş gibi itiraf ediyorsun diyeceksiniz. Haklısınız, haklı söze Hacı Emmim ne desin! Ama azıcık müsaade buyurunda savunma hakkımı kullanayım. Bu gün dünyada en yaygın dil olan İngilizcede binlerce yabancı kelime var. Çoğunlu da Fransızcadan… buna ne buyrulur? Ancak İngilizler şöyle düşünüyorlar ve söylüyorlar: “ Bizim dilimiz imparatorluk dili, hükümran olduğumuz ülkelerin ve milletlerin dillerinden aldığımız kelimeler bizim gücümüzü, güvenimizi, hoş görümüzü gösterir. O kelimeler bizim zenginliğimizdir!” Dilcilere göre bir dil, başka dillerden kelime alabilir ama kural almamalıdır. Alırsa dil bozulur. Dilin bozulması demek, kültürün bozulması ve o milletin tarih sayfasından silinmesi demektir. Elin İngiliz’i başka dillerden aldığı kelimeleri İngilizcenin potasında eritip şekillendirdikten sonra kullanıyor. Biz öyle mi yapıyoruz? Ne gezer. Aynen yabancı dilde kullanıldığı gibi istimal ediyoruz.
Sokaklarımızdaki tabelalara şöyle bir göz atalım. Hangi ülkede olduğumuzu anlamak için baldırımıza bir çimdik atmanız gerekecektir! Ben Türkçenin sevdalısıyım demiştim, daha unutmadım sözümü. Türkçe ağzımda anamın aksütü, dil hamurum Türkçenin mayası ile mayalanmış. Hayatımda çok şey terk etti beni! Yıllarca başım üzre taşıdığım saçlarım bile terk etti, ancak Türkçe tesellim, dildaşım, yoldaşım, haldaşım, sırdaşım arkadaşım oldu.
Benim tek maşukam kitap, divit, kalemdir...
Türkçeden gayrısı dert, mihnet, elemdir…
Bugün bizim hocanın cinleri tepesinde, ağzından bal akıyor, çatacak yer arıyor diyeceksiniz, öyle olsun bakalım.
Fırın üstünde kürek
Ne titrersin be yürek
Her dertlere dayandın
Buna da dayan yürek.
Efendim 1966’larda New York Times gazetesinde Rusya, Çin Türkiye başlıklı bir makale okumuş Türkçeye de çevirmiştim. Yazar o makalesinde şöyle iddia ediyordu:
“ İyi Türkçe bilen bir Türk atlı, Macaristan’dan yola çıkıp Çin’e kadar gitse herkesle anlaşabilir!”
Duydunuz mu? Yazarın “iyi Türkçe bilen” sözünden kastı ne? Macaristan nire Çin nire? Haritayı açıp bakın. Benim Türkçem de bir imparatorluk diliydi bir zamanlar, zengindi unutmayın! Max Müller adlı Alman bir oryantalist ve dilci Türkçe için bakın ne diyor.
“ Dünya’nın belli başlı dilcileri bir araya gelmişler, Türkçe denilen (mükemmel) bir dil yaratmışlar”
Noktasını, virgülünü, hecesini sevdiğim Türkçede, erkek dişi saçmalığı  yok, yazıldığı gibi okunur, okunduğu gibi yazılır. Dil olarak mantığı sağlam. Fiil çekimlerinde kök değişmez. Bu özellik isim soylu kelimelerde de böyledir.
Oysa başka dillerin çoğunda fiil çekimlerinde kök tamamen değişir. Ünlü Türk bilgini ve Kur’an-ı Kerim müfessiri Zemahşeri, Arapçayı Araplardan daha iyi doğru ve güzel konuşurmuş! Rivayet edilir ki bir gün yazdığı Arapça, sözlük ve gramer kitaplarını, bir tepeden Arapların üstüne atarak şöyle bağırmış;
"Ey Araplar! Atalarınızın dilini gelin benden öğrenin!”
Türk Milletinin büyük şairi Ali Şir Nevai’ye göre “Allah Türkleri ( dil yeteneği konusunda) farklı yaratmış!” Hazır sıra gelmişken soralım… Özellikle üniversitelerimizde dil öğretimi neden şaibeli, niçin dil öğrenemiyoruz? Beğenmediğiniz Osmanlı  Arapça ve Farsçayı yabancı dil kabul etmiyordu! Arapça ve Farsçayı anadili gibi konuşan Muhakemet-ül Lugateyn’nin yazarı, korkarım ki işte şimdi mezarında ağlıyordur. (Nevai ağlayan demektir.) Türkçenin fakirleştirildiğini ana kaynaklarından uzaklaştırıldığını gösteren bir örnekle bu denememi bitirmek istiyorum. Türkçede bilik denilen bir kelime var. Belli ki kelimenin kökü Kutadgu Bilik’e kadar uzanıyor. Bu kelimeyi sıradan sözlüklerde bulamazsınız. Kelimenin zengin ve geniş anlamları var. Orta Anadolu’da hala kullanılır. Bilik atmak, bilik oynamak gibi… Bilik atmak, kur’a çekmek yerine kullanılıyor. Türkün ilvanlı yanı bilik atmayı unutup yerine kur’a çekmeyi almış.
Adana’yı yılan
Yozgat’ı ilvan öldürür.
Bilik atmak; mal-mülk, ev-bark,tarla-tamp, kurban eti bölüşümünde kullanılırdı. Eskiden kurban eti bir yana, kurban derisi kıymetliydi. Sırım, zövle bağı, boyunduruk kayışı, daha önemlisi çarık yapılırdı. Yapılırdı, dikilirdi dikilmesine ya, gel de giyene sor! Neyse unuttuk o günleri.
Rahmetli emmim çok zeki, fakat zekasını kurnazlığına feda eden ben merkezli bir insandı. Yedi ortak birlikte kurbana girmişler, kurban etini bölmüşler, sıra kurban derisine gelmiş. Emmim biliğini (tespihini veya bir eşyasını) bilik atacak yeğeninin eline tutturmuş ve çocuğa;
“Göreyim seni aslan yeğenin benim biliğimi derinin şurasına at!” Diyerek derinin kıymetli yanını göstermiş. Çocuk bu ya, ne olacak emmisinin yeğeni, biliyor emmisinin huyunu. Tutmuş biliği derinin en kötü yerine atmış! Sonra emmisine dönüp;
“Valla emmi iyi ettim, zorlu ettim. Bilik atmaya da hile katacağını öğütlemişlerdi de inanmamıştım.”demiş. Ne desin emmisi, oracıkta elleri böğründe kala kalmış.
İşte bilik atmak, böyle bir şeydi. Ne yazık ki onu da Kutadgu Bilik’i de unuttuk.