LİSEYİ bitirene kadar ekmek babamdan, su annemden yaşadım keyiflice. Liseden sonra yemek pişirmeyi, pasta, kurabiye yapmayı, temizlik işlerinin püf noktalarını vs. öğrenmeye başladım. İlçe standartlarının belki üzerindeydi bütün bunları öğrenme yaşım ama annem ve babam sağ olsunlar okuyalım diye iş güç yaptırmazlardı bize. Evin en küçüğü olmamın da verdiği şımarıklık içindeydim. Evin en rahat yaşamını süren ben oldum galiba.

Başarılı lise eğitimimden sonra ileride bir evi evirip çevirmeye hazırlıyordu belli ki annem beni. Yemek yapmayı ve ev temizliğinin püf noktalarını öğrenmem zor olmadı.. Kısa sürede bir tuzlu, bir tuzsuz, çok pişmiş, az pişmiş derken, deneye yanıla öğrendim yemek yapmayı. Tıpkı bir matematik işlemi gibiydi yemek, kurabiye yapmak. Kurabiye yaparken bardağın üçte biri, gram, litre hesaplarını kullanınca aldığımız eğitimlerin aslında okul dışı hayatımızda da işimize yarayacağını anlamıştım. Hep derler ya; geometri ne işimize yarayacak? Şairlerin hayatı, edebiyat türleri ne işimize yarayacak?

Yarıyor efendim, çok işe yarıyor!

Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? 

Tarihi öğrenmek ne işimize yarayacak, Mustafa Kemal’in müfredatta bu kadar yoğun anlatılması ne işimize yarayacak?

Yarıyor efendim, yarıyor!

Eğitim süresince öğretilen Atatürk, bu vatanı sevmemize yarıyor. Dört elle değil, on elle topraklarımıza sarılmamıza yarıyor. O müfredatı anlamamış hainlerin karşısında Atatürk gibi durmamıza yarıyor…

Okulda öğrendiklerimizle hayatımız şekilleniyordu, farkındaydım.

Derken yufka açmayı, pişirmeyi öğrenmemin vakti de gelmişti.

Yufka yapılacağı gün annemde bir telaş bir telaş. Sabahın köründe uyanır, ister işi bilelim ister bilmeyelim bizi de erkenden kaldırırdı, başlardı koca bir leğen hamuru yumruklarıyla yoğurmaya. Ben çok miktarda yufka hamuru yoğurmadım hiç, bilmiyorum zorluğunu ama kuvvet isteyen bir iş olduğu belliydi. Önceki günden kimin yufka açacağı, kimin pişireceği belirlenirdi. Oklavalar, ekmek tahtası, sac, samanı hazırlardı annem. Bir kibrit çakmaya kalırdı bütün iş. Bizim ekmekçi kadro belliydi. 55 yıllık komşularımız; Şerife yenge, Meryem yenge, Meliha yenge

Tandır maceram önce getir götür işleri sonra hamurdan beze yapmayı (Hamurdan küçük parçalar koparıp yuvarlamak) öğrenmemle başladı. “Aman onda ne var?” demeyin. Öyle kolay mı usta ekmekçilere kendimizi beğendirmek? Öyle biri büyük, biri küçük olmayacak bezelerin. Terazide tartar gibi aynı ölçü ve boyutta olacak. Yapar koyardım bezelerimi ekmekçi annemle diğer ekmekçi komşumuzun ekmek tahtasının arasına serilmiş bezin üzerine. Tabii arada bir kontrolden geçerdi bezelerim. Annem avucuna alır, ovalar: “Güzel döküyor bezeyi yengesi.” derdi komşumuza. Yılların ustalarından tam not almak beni mutlu ederdi.

Beze dökmeyi öğrendikten sonra pişirmeyi öğrenmeye gelmişti vakit. Ekmek pişirmek; okulda orantı kurmaya, zaman problemi çözmeye, yemek yapmaya, beze dökmeye benzemiyordu. Sacın üstündeki ekmeği çevirmekle ilgilensem ateş sönüyor; ateşe baksam ekmek yanıyor. Şimdi hatırlayınca o an yaşadığım paniğime gülüyorum.

Annemin tandırdaki yeri ocağın hemen yanıydı. Yeri, oklavası, tahtası asla değişmezdi. Hemen karşısında komşularımızdan biri olurdu. Annem çözümü ateşe yardım etmekte buldu. Ben ateşe bakmıyor, sadece ekmeği pişiriyordum. İşe yaramam bu kadardı benim. Asla ikisini bir arada yürütemedim. Neyse ki ekmeği annemin istediği gibi pişirebiliyordum. Çiğ kalmayacak, yanmayacak, her yeri aynı oranda kızaracak, çevirirken yırtılmayacak, kurumayacak…

Bütün günü geç saatlere kadar tandırda yufka yapmak ve pişirmekle geçirirdik. Bu işin en güzel yanı pişen ekmeğin kokusuna karışan muhabbetti. Tandır muhabbeti başka muhabbetlere benzemez, sıra dışı olurdu. Annem anlamazdı ama komşu yengelerimiz mani bilginiydi. Başlarlardı manileri sıralı sıralı söylemeye. Bir yandan yufkalar, bir yandan maniler yarışırdı. Okuma yazma bilmeyen kadınların bu kadar şeyi bir arada bilmeleri, mani repertuvarlarındaki zenginlikleri, yaşayarak öğrenmeye en güzel örnekti. Algıları açık, öğrenmeye hevesli, okuyarak olmasa da duyarak, yaşayarak öğrenmişlerdi her şeyi. Şapkamızı önlerinde indireceğimiz tecrübeleri ve saygınlıkları vardı.

Yufka açmayı öğrendin mi?” diye soruyorsanız eğer; açmayı öğrenmiş ama asla tahta başına geçmemiştim. Çünkü annemlerin hızına yetişemiyor, ben bir tane açana kadar onlar üç yufka açıyorlardı. Yufka ince açılmalı, unlu kalmamalı, kalın olmamalı bütün bunları yapmak yetmez bir de seri olmalı.

Yani benim inek sağma beceriksizliğime kötü tandır elemanlığım da eklenmişti. Ben inek sağmaya da cesaret edememiş, “Ya inek tekme atarsa!” korkum ineğe yaklaşmama engel olmuştu.  Annemin gözetiminde bir kez cesaret etmiş bu sefer de ineğin memelerinden sütü çıkaramamıştım.

En sonunda “Ne yapalım, herkes her şeyi başaracak diye bir kural mı var?” deyip, beceriksizliğimi dilimin ustalığı ile örtmüştüm. 

Neyse, dönelim bizim tandıra. Annemler günün ve hamurun bitmesine yakın çökelikli, yağlı bazlama yapar, aralarında paylaşmayı da ihmal etmezlerdi.

Sırada kimin yufkasını yapacaklarını kararlaştırır, güzel dualarla ayrılırlardı.

Komşuluk dayanışma demekti, paylaşmak demekti. İyi gün, kötü gün dostu demekti.

Bu güzel duyguları yaşamamızı sağlayan annem ve komşularımıza saygıyla…