BİR keresinde ananı dövdüm, kolunu kırdım. Cahillik bu ya gözü kör olsun icat edenin. Bostan sulamak için su başına su tutmaya gitmiştim arka. Kalabalıktı su bekleyenler. Geçmiş gün eceli gelmiş bir tavşan arkın üstünden atladı. Yel gibi bir çalı üğümünün içine girdi. Ananın köylüsü “Gurruklu Bekir, “Yavrum Kanbur avcıyım diye geçinirsin, şu tavşanı vursaydın su başında kebap yapıp yeseydik ya!” dedi. “Hani tüfek dedim? Ben gider tüfeğini evden alır getiririm” dedi. Ben “bizim avrat her gidene tüfek mi verir” “Ben isteyim de Meryem vermesin bakalım” “Hele bir iste de görelim” dedim. Gitti tüfeği aldı getirdi önüme attı. Sanıyordum ki, tembihime göre Meryem (anan) tüfeği vermez. Bostanı bağı, tüfeği su sulamayı unuttum. Doğru eve vardım, elimde su küreğini tepe dedim çaldım. Kolunu tutarak düştü yere “Herif başına hayır yağsın, kolumu kırdın” dedi. İşte bizim döğüş-çekişimiz kavgamız bu kadar. Meryem’in anasına babasına yedi ceddine rahmet, kolunu kırdım, halâ bana dua ediyordu. Ne anan bana, ne de ben anana “öte git” dedik. Gül gibi geçindik ölünceye kadar, koşa yaşadık.
Tokat G.O.P. Üniversitesinin yetenek sınavlarını bitirdikten sonra Ankara’ya dönüyorduk. 
Yolda bir kafe’de ihtiyaç molası verdik kendimize. Yaşlıca bir adamcağız bana kahve ikram etti. Ben “İhtiyar, başka hizmet edecek kimin kimsen yok mu” dedim. “Olmaz olur mu? Oğlum var, torunlar da var. Yatıyorlar kasten kaldırmadım onları. Gençleri bilirsin, onlar müşterilere nasıl hizmet edileceğini bilmiyorlar, hak edemiyorlar. Geçenlerde bir dilenci geldi. Oğluma hitaben, “Bugün çorbayı burada mı yoksa Recebin yerinde mi içeceğim” diye sordu. Adamın lafına bak. Sanki burası babasının tapulu mülkü tapulu evi. Oğlum adamcağızı azarladı. “Git Recep’in yerinde zıkkımlan” dedi. Allah’ın garibinin gönlünü kırdı. Dilenci bana bakarak. “Senin itlerin havlıyor. Çorban içilmez” dedi, savuştu. Elbette it üren yere değil tütün tüten yere gidecekti. Tütün tüten yerde ocak var, aş ekmek var. Neyse uzatmayalım beyim biz Ehl-i beyt sevdalısıyız. Hazreti Muhammed’i ve Ehl-i beytini çok severiz. Ayrıca Hz. Peygamber’den sonra Mustafa Kemal’e hususi bir muhabbetimiz var. Neden dersen, Mustafa Kemal sayesindedir ki dedeler torun, torunlar da dedelerini gördüler ve sevdiler.” 
Haklı, doğruya doğru. Ne denir doğru söze. Sırası gelmişken, şu dede meselesini biraz daha eşeleyelim. Çevremdeki tanıyan tanımayan herkes, adımı bilen bilmeyen bana dede diyor. Fiziğimden mi müziğimden mi bilemiyorum. Orasını açıklamak bana düşmez. Geçenlerde, birçoğu emekli dostların buluştuğu bir mahfele uğradım. Dostlar hep bir ağızdan “Ooo dede, hoş geldin, sefa geldin, otur bir çay iç, kahve iç“ dediler, hürmet ettiler.
Yan tarafta arkadaşları ile oyun oynayan tanımadığım bir hanım bana döndü. “Sizin adınız dede mi?“ diye sordu. “Hayır dede değil” dedim. “Neden dede diyorlar? Vallahi ben onların ebelerini bilmem ve tanımam, onlara sorun.”  Biraz da ukalalık ederek “Siz Galileo’yu duydunuz mu? O’na saçın ağarmış,belin bükülmüş, gözlerin de görmüyor'' deyince; Galileo “ama bu saydıklarınız benim 70 yıllık emeğim“ demiş. Kadıncağız; “Galileo kim ben onu tanımıyorum” deyince, “Benim dostum, biz onunla çok sevişiriz” dedim. Anladığını sanmıyorum. Joker çekmek sevdasındaydı. Oyununa devam etsin, Galileo’yu tanısa başı göğe mi değecekti. Göğe bakanlardan olduğunu da sanmıyorum. Sakallı Celal üstadın dediği gibi “Cehlin bu kadarı ancak tedris ile mümkündür!”    (BİTTİ)

Not                                                           :
1-  ÇOMU; küçük kulaklı koyun, keçi, 
      doğuş da denir.
2-  GÖCEN; tavşan, kedi, köpek vb. 
      eniği, yavrusu