GÖÇ olgusunu öylesine kanıksadık ki; ağlamayı da gülmeyi de unuttuk. Düne ait ne varsa hepsini birer birer silip attık. Çamlığın başında tüten dumanı, şırıl şırıl akan buz gibi çeşmelerini yok edip, göçüp gittik gurbet ellere. 

''Ağladıkça ağladıkça, dağlarımız yeşerecek/ Ağladıkça ağladıkça, geceyi tutacağız/  Ağladıkça ağladıkça, bozkırlar yeşerecek/ Ağladıkça ağladıkça, güneşi tutacağız, görecek göreceksin'' deniliyordu, bildik şarkının sözlerinde. Yozgat insanı yıllar yılı ağladı ama göremeyince bozkırların yeşerdiğini, tutamayınca geceyi ve güneşi, tercihini göçten yana kullandı. Dünyanın dört bir yanını mesken tutup, 'Dünya Yozgatlılar Konfederasyonunu' oluşturdu. 

Dert büyük. Her şeye rağmen burada kalanlar/kalmakta kararlı olanlar ile fırsatını bulunca terketme eğliminde olanların savaşı devam ediyor. Fırsat kollayanlar, bu şehirde, bu topraklarda kalmak isteyenlere dar etmeye kararlı bir tavırla ''Dediğim dedik, çaldığım düdük'' misali, seni beni dinleme, ortak bir mecrada buluşma gibi bir yola girmemek için direniyorlar. 

Oturduk Yozgat'ı konuşuyoruz. Öylesine dert yüklüyüz ki; bir avuç insan Yozgat'ın dününü hatırladıkça ağlamaklı oluyoruz. ''Dün dünde kaldı cancağızım, bugüne bari sahip çıkalım'' anlayışıyla ''Ne yapabiliriz?'' sorusuna yanıt aradığımız bir anda, şehrin öteki yakasında dünden bugüne kalan bir değerin daha yok edildiği haberi ulaşıyor, sohbetimize...

Ağlaya, ağlaya gidiyoruz bu şehirden. Sadece gitmiyoruz, çoğunluğumuz dönmemek üzere vedalaşıyoruz bu şehirin simgesi Saat Kulesiyle. Yardım paketleri gönderiliyor birbiri ardına. Balık tutmayı öğretmiyor kimse...