KÖY sokaklarında gezerken tandır evlerinden öyle sıcak ekmek kokuları gelirdi ki, ben onu size nasıl anlatsam... Nimetin kutsiyeti, ortamın muhabbetiyle birleşince bitmez-tükenmez bir bereket hissedilirdi. Ekmek eden hanımlar başta çocuklar olmak üzere etraftaki ekmek kokusunu alanlara  bazlama ve işli ikram ederken, “Isıcah ekmağan kohusunu milletin nefsi hemen çeker yavrım, bunun babalı bek ağar olur.” Derlerdi. İkramlarda gönülden olunca, zaten lezzet ve şifası tâa şahikaya çıkardı. 
Hanelerdeki horantalar kalabalık olduğundan, millet en az bir aylık veya iki aylık ekmek ettirir, hazın evlerine istiflerlerdi. Tabiiki bu işi 5’er, 6’şar kişilik hanım gurupları toplanır, birbirinin ekmeğini gündelik biriktirip, “Gubaşıh” dediğimiz öndüç yevmiyeler oluştururlardı.  Tandır evinin “Kulle Deliği” dediğimiz uzun koridorlu havalandırma kanalı bir gün önceden temizlenir, “Dokkü” denen kesmik, saman, gazel, ot kurusu vs. gibi yanıcı malzemeler, önce avlularda havalandırılır, eviricinin tam elinin altına gelecek şekildede içeriye yığılırdı. “İtâa” denilen temiz ve kalın çarşaf tandır evinin tam ortasına serilirken, un seklemleri yanıbaşına konulurdu. En kıvamlı hamur yeşilimsi renkteki “Çokelik Suyu” veya eşkimiş yoğurttan çalkalanan ayranımsı karışımla büyük “Teşt”lerde yoğurulurdu.
Ekmek etme ekibindeki en otoriter ve hamarat olan hanım, baskın karakteristik kimliğiyle, “Gız duracah vahıt değal, hamırın eşgisi gelmiş beziyi alınsana, avratları avara etmeyin” diye telaşeli bi komut verince, “Bezi” yi alan hanım orantılı hamurları yuvarlar yuvarlar, önündeki dağılmaması için kullandığı “Ufra” dediğimiz katı una bulayarak “Tahtacı” hanımların önüne atardı. Tahtacı hanımlar ritmik bir süre ayarlaması yaparak açtıkları ve oklavalara dolalı yufkaları “Evirici” hamıma uzatırlardı. Evirici hanım elindeki “Evrâaç” ile döndererek pişiriken, bir eliylede dokküsünü orantılıyıp tandıra atar ve sürekli yanar vaziyette ayarlamasını yaparak, pişen ekmekleri ortaya yığardı. Dokküler çekilmiş, İtâalar kurulmuş, hamur yoğurulmuş ve eşkisi gelmiş, kulle temizlenmiş her şey hazır. Muhabbetli bir komşuluk ve dostluk sohbetleriyle “Zabah Ezeninde başlanan ekmek etme serüveni, Yasdı Ezenine gadar devam ederdi.” 
Gonu-gomşu, çol-çocuh, sadâacı, deşirici, bağa giden, bosdandan gelen, höbek savuran, malağma ahdaran, siyeç vuran, dam loğluyan, sığır süren, ahır kermeliyen, kim olursa olsun, gelen-geçen herkes o gün tandır evinde işlisini yapdırır, bazlamasını yağlattırır, karnını doyururdu. Hey gurbannar olduğumun memleketi. Her tarafından lezzet ve bereket fışkırırdı. Tandırdan gelen ekmek kokusunun etkisiyle tok olanlar bile anında acıkır, kendilerinden geçerlerdi. Helede bol köpüklü kesekli bir çalhamayla, yımırtalı veya guvermiş çokelikten bir işli yaptırsanız. Ya da suvannı, kumpürlü, gırmızılı, biberli… Doyulurmu Yarabbim o lezzetlere… 
Her meleketin, her coğrafyanın kendine has damak tadı ve yemek kültürleri vardır. Gözünü sevdiğim canım Yozgatımın her nimeti bal, her ikramı candan olurdu.  Yav durunhele.. Çokelikli işlinin tadı bir-iki kelimeyle anlatılacah konu değal. Hazın damında ağzı bezli, gubür gibi kumların üzerine ters yatırılmış, toprak çanakların yeşillenmiş ağızlarından zehenlere alınan guvermiş çokelik, gaşşığın tersiyle eşilerek alınır, tandır evlerine bir çocukla gönderilirdi. O zamanlar sütün yağını alma teknolojisi veya hilesi bilinmediğinden, işliyi bölü bölmez, yağlı çokelik yarım metre sünerdi.  Hadi yemede görüyüm. Doyulurmu o lezzete.
Ağaç veya toprak yayıklarla yayılarak elde edilen has tereyağlar daş duzlarla tuzlanarak, tahta küleklere konulur hazın damlarına kaldırılırdı. Tereyağına tuzlanınca “Acı Yağ” denilirdi. Acı yağla yağlanarak bazlamaya sarılmış vaziyette sufrıya getirilen işliler anlatmakta güçlük çektiğim bir keyif yaratırdı ki sormayın. Aslında ekmek etme hamarat Yozgat kadınlarının en zahmetli ve panik durumlarından biriydi. Sıkıntı ve stresten hepside burunlarından solurdu ama, gelen misafirin bereket getirdiğine olan inançları yüreklerinin tam içerisinde olurdu.  En çok ve en verimli ekmek yapma zamanı sabah ezanı ile kuşluk vakitleri arasındaydı. Çokelik ve yoğurt sularıyla teştlerde yoğrulan unların, sabah namazından önce bezileri alınır, göz kararı eşitlikler sağlanarak ufraların içinde muhafaza edilirdi. Namazla birlikte günlükçü kadınlar gelir, tandırın yanına yığılmış dokkülerin yanına evirici kadın konuşlanır ve randımanlı bir çalışmayla ekmek etme organizasyonu başlardı. Bu saatlerde zaten işliye, bazlamıya gelen bek olmazdı.  Kuşluk vaktinden sonra komşular işli yapsın diye kimi domatesli biberli iç, kimi patetesli salçalı iç, kimi yumurta, kimi guvermiş çokelik, kimi değişik karışımlardan farklı miktarlarda içler hazırlayarak çocuklarını ekmek edilen tandır evine işli yaptırmaya gönderirlerdi. 
Bu durumlar ise ekmekçileri çoh avara ederdi. Yapılan ekmekler ağaç geçgerelerle hazın evine çekilir, üst üste istif edilirdi. Dağ gibi ekmek yığınları olurdu. Yufka ekmek tek başına bile bir lezzetti. Mübarek insana o kadar çok yemek yedirirdi ki, bölge insanlarının hepsi babayiğit ve tavlı olurdu. Yatsı ezanına kadar devam eden ekmek etme işi, ezanla birlikte günlükçü kadınların kalkıp, “Düşmanıyın ömrü bu gatlek olsun, gahamınınan, hısımınınan çoluh-çocuğununan  güle güle ye” diyerek samimi dualarla ayrılırlardı.
Bir umur, bir sorumluluk ve bir yükün altından kalkmış, mutlu ve umutlu ev hanımı büyük bir dertten kurtulmuş olurdu. Yüzünün akıyla çıktığı bu organizasyondan sonra, naz karışımlı şirinlik ifadeleriyle  iki gün herifine hizmet ettirir, yattığı yerden kalkmazdı. Helede acik yüz bulurlarsa heriflerine, “One lan, külhavıç oldum, eşşek gibi ekmağmi mecbur hazırlıyacağan” derler, bunuda sığır sürerken, bohluh çiğnerken, yapma yaparken, havlıyı-hayatı süpürürken gonşularına övünerek anlatırlardı. Ekmek etme işi her hanım için zor, zahmetli ve zaruruiydi. Bize ne kadar lezzet, muhabbet ve mutluluk versede, onlara da o kadar endişe ve panik yaratırdı.  Şu güzel hatıraları çirkin sözlerle bitirmek istemezdim ama şimdi yufka ekmek yapan kimse kalmamış. Köylere bile elektrikli fırınlarda pişirilmiş, hazır somun ekmekler getirilip satılıyor. Herkes bayatlar endişesiyle kendine yetecek kadar aldığından, bu ekmeklerle ne bir misafir ağırlanıyor, ne lezzet algılanıyor, ne de bereket hissediliyor. Biliyorsunuz ki, şimdinin en fakiri bile geçmişin en zengininden daha zengin olmasına rağmen, neyin nesidir kimse kimsenin sofrasında ne yer buluyor, ne de doyabiliyor. Aslında zenginlik ve sirayet ettiği etki, eski okyanusvari gönüllerin kapladığı deryalarla ölçülürmüş. Unların nerelerini çalıyorlarsa ne doyuyor, ne muhabbet alıyor, nede sağlıklı beslenebiliyoruz. Vitaminsiz kalıp, hem bedenden, hem gönülden hastalanıyoruz. Sadece horantalarını değil, tüm köyü doyuran o adamlar, o hanımlar, o gönüller kimdi, o bitmez tükenmez bereket neydi bir türlü aklım almıyor.