KAVGA etmekten değil, sakinleştikten sonra kavga esnasında sarfettiğin sözün 'kırıcı olma etkisini' düşünebiliyorsan, korkmamalısın. Zira, her canlı bir şeylerin kavgasını vermek zorundadır. İnsanoğlu düşünen bir varlık olarak, kavga etmeden önce, sonrasının da hesabını yapmak durumundadır.  
Son yıllarda boşanma olayları sıradanlaştı. 'Aile' kavramı değişti. Yozgat'ta bir-iki yıl önce düğün davetiyesini aldığım gençlerden bazılarıyla farklı ortamlarda karşılaştığımda ''Çoluk çocuk nasıl?'' sorusunu sormaya çekinir duruma geldim/geldik. Çünkü, kısa süreli evliliklerin ardından çiftlerin soluğu mahkemede aldıklarını biliyor/görüyor/yaşıyoruz. Peki neden?
Bu soruyu boşanan çiftlere yönelttiğimizde 'Anlaşamadık!' diye kestirip atıyor. Hangi konuda, neden anlaşamadılar? Kendilerinin de bildiğini sanmıyorum. Ama yuvalar yıkılıyor. Yıkılan yuvada sıkıntıyı çekenler ise her zaman çocuklar oluyor.
Aslında bir çok konuda olduğu gibi evlilikte, aile ortamında kavga etmesini bilmiyoruz. Daha doğrusu kavga etmenin mutluluğun devamının reçetesi olduğunun farkında değiliz. Çiftler kavga etmesini bilmediği için vermesi gereken tepkiyi içine atıyor, biriktiriyor. Ve günü geliyor, o birikenler 'sabır taşının çatlaması gibi' patlayıveriyor. Dönüşü olmayan yolun başlangıcının ilk harcı konuyor.
İnsanlar birbirleriyle kavga etmeli. Birbirlerine herhangi bir nedenden olayı kırılmalı, bir süre konuşmamalı. Ama bu kırgınlık/küsgünlük üç günü geçmemeli. Taraflar, kavga ettikleri gibi birbirinden özür dileyebilmeli. Ama biz kavgayı 'karşı tarafı imha etme' anlayışına oturtuyoruz. O yüzden de 'özür' ne demek, bilmiyor, ayrışıyoruz...