İki lüleli Pınardan… helkelerine doldurduğu suyu eve bir sefer yaptı. İkinci seferinde belinin ağrıdığını hissederek, pınardaki kadınlarla dedikoduya daldı.
Ellerindeki tokaçlarla… ıslanan çamaşırlara var gücüyle vurarak çamaşırları kirlerinden arındırmaya çalışan kadınlar, öfkelendiklerini dövüyorlarmış gibi çamaşırlara vuruyorlardı.
Yeni serpilip… yetişerek büyüyen gelin adayları genç kızlar ise, ellerindeki tokaçları bir kenara koyarak, Satı Gelin’in… yanına gülüşerek süzüldüler.
Satı’ya soru yağmurları yağdırarak;
-Kaynın Yusuf’un… sevdiği kız var mı? Ne zaman doktor olacak? diyerek sorularını tespih boncukları gibi sıralıyorlardı.
Satı Gelin… bir anda celallenerek;
-Gidip Yusuf’la kendiniz konuşun, dedi ve kızların hızını kesti.
Pınarın lülelerinden çağlayarak akan sudan helkelerini doldurdu ve karnındaki çocuğun da tekmelerini hissederek eve doğru yürüdü.
Yolun karşısına geçmeden bir sağa bir de sola bakındı, karşıdan bir delikanlı… geliyordu.
Delikanlı eliyle işaret ederek;
-Geç... dedi.
Satı gelin gençten “Geç” komutunu aldıktan sonra hızını kesmeden yürüdü.
Karşıdan gelenin kendinden küçük de olsa izni olmadan önüne geçilmeyeceğini biliyordu.
Satı Gelin’in kaynanası;
-Nerde kaldın gelin? diye Satı’ ya öfkelenerek, evin avlusunda birbirlerine kur yapan güvercinleri korkudan gökyüzüne uçurup, deli rüzgar gibi esti...
-Gittiğin yerde unutulmuş çul gibi oturup kalıyorsun, diyerek kaynanalığını… gösteriyordu.
Güneş sahibinden… aldığı emirle ışığını ve ısısını cömertçe yeryüzüne yayarak her tarafa çöreklenmiş uyuyordu.
Kaynana Telli Hacer… öfkeli bir şekilde ırgatçılara hazırladığı sıcak bazlamaları göstererek;
-Biraz daha gecikirsek baban ikimizi de öldürür, dedi ve tavukların gıdaklamasına, güvercinlerin ahırdan dışarı çıkarken kanat çırpışlarına aldırmadan azık çantasını Satı Gelin’in eline verdi, öfke öğüdüyle;
-Sağda solda sallanma!... diyerek, Satı Gelin’i Alçı yolunda ırgatlık işleyen kocası ve oğullarının bulunduğu tarlaya gönderdi.
Güneş doğar alcı yolu şenlenir.
Çiçek açar her tarafı güllenir.
Kuşlar öter böcekleri dillenir.
Sabahlar güzeldi benim köyümde.
Satı Gelin… mazlumluk zırhına büründü, ırgatların azıklarını da sırtlanarak;
-Karnımdaki çocukla o kadar yolu gelin başımla nasıl giderim anacığım? diye sessizce mırıldanarak yola koyuldu.
Tarlalardan gelen kuş seslerini dinleyerek;
-Ya, yarı yolda sancım tutarda yolda doğurursam... diyerek duygulu bir şekilde ve bir leylek gibi kırık kanatlarıyla süzülerek yürüdü.
-Ekinler sararmış yakında onlar da biçilir, diyordu bir taraftan da.
-Sıcak beynime geçti şu ilerdeki dalların altında biraz dinleneyim, dedi.
Uçuşan Cırıl kuşları ve arada bir önünden zıplayarak geçen çekirgeler, yılanlara benzeyen ayaklı kertenkeleler Satı Gelin’i korkutuyordu:
-Nihayet ağaçların gölgesine de geldim.... dedi ve sessiz sedasız süzülerek akıp giden suyla ellerini ve yüzünü yıkadı.
-Çok şükür biraz rahatladım... diyerek kendine rahatlık süsü… veriyordu.
Ağaçlardaki kuşlar hep birlikte Satı Gelin’i korkutarak ve ürküterek kanat çırptılar.
Sessiz sedasız akan su çağıldadı.
Satı Gelin, oturduğu yerden tek elini beline koyarak çıkardığı iniltilerle karıncaları yuvasından çıkartarak, adeta onlara üçüncü çocuğunun ayak seslerini dinletiyordu.
Satı Gelin, daha önce iki çocuk doğurduğu için acı dışında başka sıkıntısı yokmuş gibi davranıyor ve ara ara yoklayan sancıların arasında;
-Yemeği de geciktirdim soğudu, buz gibi oldu...
Bana da kızarlar mı? Ya beni bu ıssız yerde bu halde birileri görürse!.
Acep çocuk oğlan mı?. Ya kız ise!...
Babam, anam beni keserler... diyerek kafasındaki soruları çoğaltırken;
Satı Gelin’in ağzından çıkan feryat figan sesleri haksızlığa, yalnızlığa, anlaşılmamaya isyan edercesine çoğalıyordu.
Tarlalardaki ekinler, gölgesinde yattığı ağaçların yaprakları, yel estirmiş gibi bir o yana bir bu yana sallanıp Satı Gelin’e dua ederek çığlık atıyorlardı.
Bu çığlıklar senfonisine assolistlik yaparak acı sesleriyle dünyaya “Merhaba” diyen bebek gökyüzünü sarsıyordu.
Satı… yavaşça doğrularak;
-Çok şükür Allah’ım, dedi.
Heyecanla, acılarına aldırmadan;
-Acep oğlan mı? diye mırıldandı.
Kız olduğunu gördü. Kaşlarını çattı.
-Ben babama ne diyeceğim?... diyerek ürkek hareketlerle çocuğun göbeğini taşla vurarak, kesip düğümledi ve güneşin ışığıyla pırıldayarak akan suda yavrusunu yıkayarak, önlüğüne de sarıp sarmalayıp:
-Geç kaldım... dedi ve azık çantasını da alarak ırgatlık tarlasına doğru sızı ve acılarına aldırmadan yürüdü
Şükrü ağa:
-Yemek gecikti!... diyerek çıldırmış gibi, sağa sola saldırıp, tarladaki ekinleri tekmeliyordu.
Yusuf durakladı:
-Geliyor!... diyerek, bir taraftan da öfke yelleri estirdi;
-Yengem!!! Yengem!!! Yalnız, deyip yardımına koştu. Yusuf annesine öfkelenerek;
-Yemeği annem eşeğe binerek getirecekti. Neden böyle yaptı? diyerek öfkesini sürdürüyordu.
Şükrü Ağa, Satı’ya kaşlarını çatarak, ses tonunu da yükseltti.
Korkudan uçuşan kuşlar, nameli ötüşlerini kestiler. Öfkeyle yükselen ses:
-Nerede kaldın kızım?!... Çabuk şu kağnının gölgesine sofrayı kur, açlıktan sıcak beynime, beynime geçti... diyerek sadece karnının gurultusunu düşünüyordu.
Sofra kuruldu, torba yoğurdundan da ayran yapıldı.
-Bazlamalar soğumuş, dedi.
Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin... diyerek karınlarına lokmalar düştükçe Allah anıldı.
Satı Gelin’in kocası:
-O önlüğünde sarılı olan nedir? dedi.
Satı, ezile büzüle kısık bir sesle ve utanarak;
-Yolda doğurdum, dedi ve lafını bitirmeden hep bir ağızdan şaşkınlıklarını yankılandırarak çocuğa doğru koştular.
-Oğlan mı?... oğlan mı?... dediler.
Yusuf, babasına ve abisine öfkelenerek gördüklerinin ve duyduklarının şokunu kağnının tekerine tarladaki kesekleri tekmeleyerek ve anlatamadığı bu cahilliğe kızarak, gözlerinden süzülerek akan yaşları da ılıkça esen rüzgara sildiriyordu.
Selam ve duayla.