Evinizde oturduğunuz yerden şöyle bir etrafınıza bakın, her şeyin "yapılmış" olduğunu görürsünüz. Duvarlar, döşemeler, tavan, oturduğunuz sandalye, masanın üstünde duran bardak ve daha sayılamayacak kadar çok şey. Bunların bir tanesi bile kendi başına oluşup odanıza gelmedi. Aynı şekilde eline bir kitap alan insan da, onun bir yazar tarafından belli bir amaç çerçevesinde yazıldığını bilir ve ona göre okur. Bu kitabın tesadüfen ortaya çıktığı aklının ucundan dahi geçirmez. Yine, bir heykele bakan insan da onun bir sanatçı tarafından yapıldığından hiçbir şüphe duymaz. Bırakın sayısız sanat eserinin kendi kendine oluştuğunu düşünmek, üst üste duran iki-üç tuğlayı bile mutlaka planlı bir hareketle o şekle sokan biri olduğunu kimse inkar etmez, edemez. Dolaysıyla küçük ya da büyük, düzen olan her yerde, mutlaka bu düzenin bir kurucusu ve koruyucusunun olması gerekir. 
Bir gün birisi karşımıza geçip etrafımızda gördüğümüz yapanı belli olan bütün bu şeylerin kör bir tesadüf eseri ya da bir bilinmezlik sonucu ortaya çıktığını söylese, onun aklından şüphe ederiz. Aynı şekilde, her bir zerresinin dahi yaratıcısını haykırdığı şu koca  kainatın, kendi kendine var olduğunu söylemekte, olabilecek en mantıksız iddiaların başında gelecektir. Bedenimizden başlayıp, akıl almaz büyüklükteki evrenin en uç noktalarında bile var olan bu denge, ölçü ve düzenin de bir sahibi vardır ve olmak zorundadır. O da her şeyin kendisi ile vücud bulduğu, ama kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, varlığı ezeli ve ebedi olan Yüce Allah’tır (c.c.). Varlığını ve birliğini  akıl yoluyla bulduğumuz yüce yaratıcıyı bizlere en mükemmel şekilde tanıtan ise  yüce dinimiz İslam’dır. O'nun bize din yoluyla verdiği bilgiye göre O, gökleri ve yeri yoktan var eden, varlığını devam ettiren Rahman ve Rahim olan Allah'tır(c.c.).  Oysaki, insanlardan bazıları bu gerçeği kavrayabilecek akıl ve mantığa sahip olmasına rağmen,  bu gerçekten habersiz bir yaşayışla bu dünyadan göçüp giderler. Diğer taraftan aynı insanlar, basit bir manzara resmi dahi gördüklerinde bile, ilk önce onun kimin tarafından yapıldığını sorgulayıp yapanını tanımak, öğrenmek istemekte ve akabinde o eserin sahibini, bu eserinden dolayı uzun uzun takdir ve tebrik ederler. Hal böyle iken, başlarını çevirdikleri her yerde o resmin sayısız, aslı ve gerçeğiyle karşılaştıkları halde, tüm bu güzelliklerin yegane sahibi olan yüce Allah'ın varlığını aynı insanlar görmezden gelmekte ve ona karşı nankör davranmaktadır. Aklı olan hiçbir insana yakışmayan bu durumun izahı, insanın hedeflerini bu dünya ile sınırlandırmış olmasında yatmaktadır. Ayeti kerimelerde de bu hakikat şöyle ifade edilmiştir: “Muhakkak ki bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olmuşlardır. Onlar aynı zamanda  bizim ayetlerimizden de gafildirler.” (Yunus, 10/7) “Dediler ki, bizim için bu dünya hayatından başka bir hayat yoktur, biz tekrar diriltilecekte değiliz derler".(En’am, 6/29) Aynı zamanda ayet-i kerimelerde bu ifsat ve inkar ehlinin bazı özelliklerine de dikkat çekilmiştir: “Ey Peygamber şunların hiçbirisine boyun eğme: Yemin edip duran aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, saldırgan ve günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye sakın boyun eğme. Öylelerine ayetlerimiz okunduğunda: "Bunlar eskilerin masallarıdır" derler. Yakında biz onların burunlarını tutup damgalayacağız. (Kalem, 68/10-16) 

Hal böyleyken ferdi bazda, insanoğlunun kadim yanılgı ve aldanışlarının başında, Allah tealayı bildiği ve çoğu zamanda O’na inandığını söylediği halde, bu dünya ile yetinip Allah yokmuş gibi yaşaması gelmektedir. Bu öyle tehlikeli bir aldanıştır ki, insana yapmayacağı yanlış bırakmadığı gibi çiğnemediği hiçbir değer ve ölçüde  bırakmaz. Artık o kişinin yegane değer ve yargısı; nasıl kazanılırsa kazanılsın sahip oldukları, ne içerikte olursa olsun yiyip içtikleri, hangi yolla olursa olsun haz duyup tatmin olduklarıdır. Böyle fertlerden müteşekkil bir toplumda, insanlar Allah yok gibi yaşamaya başlamış; toplum düzeni de temelden bozulup çürümüş; giyim, kuşam, kılık ve kıyafetiyle ilkel bir görünüm kazanmıştır. 

Dinin etkisinin azalmaya başladığı böyle toplumlarda bu bozulmadan en çok etkilenen de o toplumun ahlakıdır. Ahlakı bozulup dejenere edilmiş bir toplumda ise; her türlü cinsel sapkınlıktan uyuşturucuya varıncaya kadar her yanlış yer bulmuş; beşeri ilişkiden sosyal çevreye, yeme içmeden alım satıma kadar her şey dejenere olup bozulmuş;  yanlışlar doğrunun, alt değerler üst değerlerin yerini almaya başlamıştır.   İnsanların bir birine olan ve olması gereken sevgi ve saygısı kaybolmuş; birbirine yabancı, bencil, cahil, düşünemeyen ve dahi aklını kullanamayan bir insan yığını haline dönüşmüştür. Bu hale gelmiş insanlardan oluşan kitleler; ufak bir sosyal medya yalanıyla kolayca sevk edilen, yönetilen ve idare edilen  robotlar haline gelmişlerdir. Bu karanlıktan kurtulmanın yegane yolu insanın, yüce yaratıcı tarafından diğer varlıklar arasında insana verilen değer ve kıymetin idrak ederek inançlı,ahlaklı ve erdemli bir yaşantıya dönmesidir.