Ramazan Bayramı’nın ikinci günüydü. Oturduğum binanın bahçesine beş yaşındaki kızımla oyun oynamak üzere indim. Kayısı ağacına ilişti gözüm. O anda hırçın geçen çocukluğum aklıma geldi. Üzerimdeki bayramlık elbiselerimi hiçe sayarak tırmandım ağaca. Sadece uçlarında kalan hormonsuz birkaç kayısıyı toplayarak indim. Yıkadım ve kızımla birlikte afiyetle yedik. Tırmandığım ağacın gövdesi ince ve çocukken yemeye doyamadığım, hatta kavgalar yaptığım kedi ballarıyla doluydu. Sadece yemek işimize yaramazdı o kedi ballarını. Köy okulu açıldıktan hemen sonra binbir çile ile aldırdığımız saman defterlerin yırtılan yapraklarının yapıştırılması yine bu ballar sayesinde olurdu. Bizim, bin nevi markalı tutkalımızdı. 
Zor yıllardı o yıllar. Harmandan harmana hasadın satılmasıyla elde edilen gelirler, borçlar dağıtılıp evin zaruri ihtiyaçları alındıktan sonra elde yine para kalmaz, defter parası bile bulunamazdı. Okul için senelik istihkakımız; ders kitaplarının yanında bir kurşunkalem, bir saman defterden ibaretti. Kalemtıraşı ben dâhil hiçbir arkadaşım görmemişti. Yarıyıl tatiliyle birlikte kalemler iyice küçülürdü. Kalemin ucu bitince hemen öğretmene uzatırdık. O da elindeki çakısıyla kalemlerimizi sivriltirdi. Deftere yanlış bir şey yazdığımız zaman silgimiz hazırdı; hafifçe tükürüklediğimiz işaret parmağımız. 
Köyümüzde kış çetin geçerdi. Biri hastalanınca doktor tarafından verilen iğnenin amcam tarafından vurulmasıyla tüm köy çocukları onun peşine takılır, iğne yaptığı küçük ilaç şişesinin tapasını almak için yarışırdık. Hatta okula giden çocuklar; “Emmin iğne vurmaya gidecek mi?” sorusunu cevapsız bırakır ya da gitmeyeceğini söylerdim. Nasıl olurdu bilmem, ama ne zaman amcam iğne vurmaya gitse tüm çocuklar orada olurdu. 
Bazen amcama; “Emmi, ilaç şişesinin kapağını bana ver emi?” diye tembihlerdim. “Olur.” cevabını alınca sevinirdim. Yine de sanki bana inat yapmış gibi ilaç tüpünü havaya atar, sonra da gülerek seyrederdi. O tapa önemliydi. Biraz sert olsa da tükürükten daha iyi silerdi saman defterimizi. 
Sene sonu gelmeye yakın kalemler elimizde iyice küçülür, defter yapraklarının ise sadece köşesi kalırdı yazılmayan. Kalem isteğimizde ise cevap hep aynıydı; “Elde yok, avuçta yok! Hele idare edin.” Annem bu konuda biraz akıllıydı. Kullandığı makarasından ipi çıkartıp bir tahtaya sarar, kalemimizi makaranın orta deliğine hafifçe yerleştirirdi. Böylece kalemin boyu biraz uzardı. Uzardı uzamasına ama annemin makarası zaten avcum kadardı. Yine de minicik kalem kullanmaktan daha iyiydi, lakin yazarken hızım azalırdı.
Köy okulunda haftalık tatil zamanı belli değildi. Öğretmen elindeki zili çalar çalmaz okula koşuşurduk. Sadece yaz tatilinin ne zaman olacağını bilirdik. Geçme derecemiz hep “iyi” olurdu. Bu, öğretmenin de işine gelirdi. “Pekiyi, orta, başarısız, geçer” notları yazmak yerine “iyi” yazmak öğretmenin karneyi süratle doldurması için iyi bir yöntemdi. 
İki yıl köy okulunda okuyup “iyi” derecesiyle sınıfı geçtikten sonra Ankara’ya taşındık. Babamın tek derdi, çocuklar okusundu. 
Ankara’da okul dönemi başlayınca öğretmenin liste olarak yazdırdığı kırtasiye malzemelerini almaya gittik. “Aman Allah’ım!” dedim kendi kendime. Tüm kırtasiyeyi alsam doymayacak gibiydim. Renkli renkli kalemler, okul çantaları, beslenme çantaları, kokulu silgiler, suluklar, çizgili-çizgisiz kareli defterler, model model kalemtıraşlar, etiketler, 404 yapıştırıcılar, renkli kartonlar ve daha neler neler… Bu malzemelerdeki gösteriş bile okumam için heves uyandırırdı.
Yıllar geçti köydeki yokluk yıllarının ardından. Şimdi iki yıl okuduğum köy okulu atıl bir duruyor. Üç yüz kadar nüfusu olan köyümüzün nüfusu elli kişi bile değil. 
Her sabah evden çıkışımda kızımın kırtasiye siparişlerine mazhar oluyorum. Hoşuma da gitmiyor değil. Ama yeni çeşitleri, ürünleri de görünce kafam karışıyor. Bana yapılmayanı ya da onun yaşındayken görmediğim birçok şeyi görmesini istiyorum. Ee, nereden nereye…