1980’li yılların ortalarıydı. Ortaokulu başarıyla bitirmiş, bu nedenle babam tarafından, mahallenin ayakkabıcısına yaptırdığı bir iskarpinle ödüllendirilmiştim. Babam iskarpin yaptırırken; “Satılmış Usta, aldığın ölçüyü bir numara büyük yap.” diyordu. Nedenini anlıyordum. Yaptırdığı iskarpini seneye de giyecektim. 
O yıllar, her şeyin serbest bırakıldığı, televizyonun yayın saatlerini artırdığı, modanın kol gezdiği yıllardı.
Madonna, Michael Jackson ve daha niceleri ülkemizde o zamanlar ünlenmişti. Yetişilmesi mümkün olmayan büyük bir değişim başladı.
Avrupalı kadınların “Aerobic” dedikleri spor o yıllarda baş gösterdi. Üzerlerinde Jane Fonda’nın giyindiği tektip dans giysisi giyilir, uzun tayt üstüne mayo, ayaklarda tozluk, alınlarda bantlar bulunurdu. Buna hemen adapte olmaya çalışan geniş bir kitle vardı ülkemizde. 
Yeşilçam’ın ünlüleri bunu yaygınlaştırmada ustalıklarını göstermiş, boy boy resimleriyle kafaları karıştırmışlardı. Kot pantolonların adı “jean” diye anılır oldu. Bu pantolonların üzerine ya da içine “şetlant” kazak sokmak, neredeyse şıklık göstergesiydi. Şetlant kazaklar baklava, düz, çizgili desen gibi desenlerle moda oldu. Video çılgınlığı ve ahlaksız filmlerin gençleri peşinden sürüklediği bir dönem olmuştu o dönem. Videosu olanlar olmayanları, evde video izlemeye çağırırlardı. 
Durumun vahametini anlamayan gençler müzikle alakalı sorulara; “Ben yabancı dinliyorum.” ya da “Slov seviyorum.” cevapları vermek popülerdi.
Şimdi yaşını almış kişiler tarafından hâlâ o günlerin pembe dizilerinin adı da anılmıyor değil.
Tüm bu olan bitenlere karşı yabancı kalmıştım. Ta ki, ortaokulu bitirip yaz tatiline girene kadar. Çünkü ne modayı takip edecek zamanım, ne param, ne de yabancı müzik dinlemeye kulağım yeterliydi.
Apartmanımızın bitişiğindeki demirci Sezai Amca’ya yaptırdığım tornetle pazarcılık yapıyordum. Hatta ortağım bile vardı: Abim.
Çalışmak zorundaydım. Çünkü, zaman çabuk geçiyor, büyüdükçe masraflar artıyor, ha deyince okul zamanı geliyordu. Pazarda işimiz iyiydi. Ucuz taşımacılık yapıp sürümden kazanıyorduk.  
O yıllarda babamın bir asker arkadaşı mahallemize taşındı. Evi yürüme mesafesiyle on dakika sürüyordu. Şehir kültürüyle yeni tanışmamız eski ananelerimizi unutturmamış, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerimizde bir zedelenme olmamıştı.
Üç kız, bir erkek evladı olan babamın arkadaşına ziyaretimiz neredeyse günübirlik oluyordu. Çocuklarıyla aynı kuşaktan olmamız, ikili ilişkilerimizi artırmış, kocaman bir aile olmuştuk.
Bir tatil günü babamın asker arkadaşının eşi ve çocukları bize geldi, arkadaşı da gelmek üzere olduğunu söyledi. Çok gecikmedi, elinde yeni bir naylon torbayla geldi. Merak ettim, ama sormadım. Kısa bir sohbetin ardından Necmi Amca’nın babama bakarak; “Hamit, şetlant aldım.” demesine kulak misafiri olmuş, meraklanmıştım. Okulda bile hiç duymadığım bir kelimeydi. Neydi şetlant? 
Babam da bu kelimeyi hiç duymamış olacak ki, hayretle arkadaşının gözlerinin içine bakıyordu. Belli ki, o da meraklanmıştı. Yiyecek-içecek bir şey sanmıştı herhâlde. Biraz duraksadıktan sonra; “O ne ki Necmi?” deyince, yerinden kalkan arkadaşı içerideki odaya gidip giyindiği kazağıyla bir-iki dakika içinde yanımıza geldi. “Nasıl olmuş?” diye sorunca, hafif yutkunan ve biraz da belli belirsiz yüzü kızaran babamın o tavrı gözümden kaçmadı. 
Babam, asgari ücretle çalışan bir işçiydi. Asker arkadaşının ikramiyeleriyle birlikte maaşı ise babamın maaşının on katıdan bile fazlaydı. Zaman zaman “Bu ay üç maaş, bu ay beş maaş ikramiye aldım…” gibi sözlerle de karşılaşıyordum. Babam aynı kazaktan alsa aile bütçesi sarsılır, bize mahcup olurdu. Gerçi babamın bu konuda hiç serzenişini duymadım, ama biliyorum ki, onun imkânı olsa iki şetlant alır, birini arkadaşına verirdi. Hatta tek alsa bile arkadaşının yanında giyinmezdi. 
Aynı koşullarda işe başlayan ve bir anda kendini paranın tam ortasında bulan asker arkadaşı Necmi’nin o gün yaptıkları bana çok dokunmuştu. 
Semtimizin mahalle pazarı, pazartesi günü kuruluyordu. Güneş doğmadan, yıldızların gözü parlarken yataktan kalkıp hazırlığımı yapardım. Evden dışarı çıkıp yıldızlara bakar, ellerimi yukarı kaldırarak Allah’a yalvarırdım. O gün babama;
- Baba sana şetlant alayım mı? diye sordum. 
Yüreği buruk bir iç çeken babam, buruk bir sesle;
- Yok oğlum yok, benim giyeceğim var, diye cevap verdi. 
Cevap mıydı, yoksa bir inilti miydi, anlayamadım.
Babamın giyindiği giysiler neredeyse on yıllık giysilerdi. Ama yüksünmezdi. Kendine yeni bir giysi alsa okul zamanı bize harçlık ve simit parası vermesi riske girerdi. Zaten kısıtlı bir geliri vardı ve verdiği para, yarım simit almaya ancak yetiyordu. Onun gayesi varsa-yoksa çocuklar okusundu. Ailemizde okul dönemi beş kardeşten dördümüz okuyorduk. Sabah kalkar kalkmaz sanki bir ip gibi dizilerek okula gidiyorduk.
Ama benim babama bir şey almam gerekiyordu. Pazarda biriktirdiğim parayla ortağım ağabeyimin de fikrini alarak, şetlant almaya karar verdik. Ama nafile. Kazağın fiyatının, beş-altı pazar çalışmayla kazanacağımız para kadar tuttuğunu öğrenince vazgeçtik. 
Bu duygu yüreğime öylesine çöreklenmişti ki, geçen yıllar içinde hep onun ezikliğini yaşadım. 
Yılların gelişi, gidişi gibi oluyordu. Fakirin günü geceler gibiydi. Çocukluğumda hep adaletsizliğin, görgüsüzlüğün koruyucusu olduğunu düşünürdüm. “Bir yürek incitirsen Allah’ın adaletini sarsarsın. Gün ola devran döne.” diyerek babamın asker arkadaşı gibi görgüden yoksun, parayı seven, marka tutkunlarına fırsat vermeyeceğime yemin ederdim. 
Evet, gün geldi, devran döndü. Babamın da giyinecek birkaç eşyası oldu. Ama yaşantısından, inancından, ağırbaşlılığından hiçbir şey kaybetmedi. 
Dostlarıma bu şetlant kafalılara karşı adaleti, kimsenin onuruyla oynanmamasını anlatıyorum.    
Aradan yıllar yıllar geçti. Zamanın modası şetlant demode oldu ve yerini başka markalara bıraktı. 
Ben ise üzüntümün hâlâ demode olacağı günü bekliyorum.