SON günlerde Cumhuriyetin kuruluş değerleri üzerinden yeni bir tartışma başlatıldı, en yüksek ağızlardan da telaffuz edilerek yeni bir mağduriyet edebiyatı gündeme getirilmeye çalışılıyor. Bu beyanlar doğrultusunda cesaretlenen bazı cahiller, Türkiye Cumhuriyetini ve kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e saldırma acizliğine düştüler.
Peki harf inkılabı ne zaman ne için yapıldı, ilk Latin harfleri Payitaht İstanbul ve Anadolu’da ne zaman kullanılmaya başlandı? Gelin tarih sayfalarına bir bakalım!
***
-III.Selim’in (1789 - 1807) kız kardeşi Hatice Sultanı pek sever, çok zaman da devlette yapmayı düşündüğü ıslahatı, bu aydın Türk hanımına danışırdı. O sırada Danimarka hükümetinin İstanbul maslahatgüzarının Büyükdere'de yaptırdığı villa ile bahçeleri dillere destan olmuştur. Hatice Sultan, merak ederek bunları görmek ister ve Hünkâr'dan müsaade alıp köşkü gezer. Danimarka sefiriyle görüşerek benzer bir köşk yapılması için yardım ister, o da marifetin Mimar Melling’e ait olduğunu söyler. Mimar Melling İstanbul’da olduğunu duyunca da hemen buldurup irtibata geçer. Sultanın isteğini kabul eder, zamanla Türkçeyi öğrense de arap harfleriyle yazmayı beceremez, Hatice Sultana Latin alfabesini öğreterek Türkçeyi Latin harfleriyle yazıya döken kişidir.
-Sonraki yıllarda Türkçe üzerindeki çalışmalarıyla da tanınan, Azeri yazar ve bilim adamı Mirza Fethali Ahund Zade Efendi, 1850 yılında Türkçenin Arap Alfabesi ve Fars gramer yapısı ile kullanılmasındaki zorlukları tetkik etmiş, hem kullanılması hem de öğrenilmesi açısından ortaya çıkan müşkülleri belirten bir çalışma yaparak Osmanlı Hükümetine sunmuş, çözüm olarak da Latin Harflerinin kullanılmasını teklif etmiştir.
-1870 yılında ikinci kez gündeme getirilen ve kendisi de sarıklı bir hoca olmasına karşın, laikliği ilk savunan Osmanlı yazarı Ali Suavi’dir. Osmanlı Devleti’nin gerçekte bir Türk devleti olduğunu yazıp, söyleyen de gene Ali Suavi’dir. 1870’lerde, Hilafetin dinde yeri olmadığını söylemek ve yazmak, Lâtin alfabesi dilimize uygun düşerse yazıyı değiştirmenin şeriatla hiçbir ilgisi olmadığını ileri sürmekte, kitabına resim koyduğu için de kendisine zındık denilmiştir.
-Abdülhamit Han, tahttan indirildikten sonra kendi kalemiyle hayatını ve saltanat makamındaki siyasi vakaları kaleme almış ve bizzat Abdülhamit Han tarafından katip Ali Vehbi Bey’e Fransızcası tercüme ettirilerek yayınlatmıştır.
-1918 yılına geldiğimizde ise “Sevr Antlaşması” sonrasında yaşananlara bakmak önem arz eder. Anadolu toprakları İtilaf Devletlerince pay edilmiş, Rus-Ermeni işbirliği ve işgali Sivas’a dayanmış, Fransızlar ise Kayseri’ye sınırlarına kadar hudut çizmiş, Yunanlılar 1919 yılında başlattığı Anadolu işgali neticesinde Ankara Haymana’ya kadar gelmiş, İtalyanlar ise, Antalya Isparta, Burdur’dan tutun da Konya’yı bile işgal etme derdinde. İşgale uğramayan bir avuç Anadolu toprağı kalmış. 
***
İşgal altındaki topraklarımızda sizce hangi alfabe, hangi dil kullanılıyordu?
Burada bizden bir öykü anlatmakta yarar var. Adana işgal edildiğinde Yozgatlı bir yedek subay ile Kayser’li bir öğretmen çaresizlik içinde çare ararlarken kahvehanedeki gazetenin manşeti gözlerine ilişir, o yıllarda Adana’da neşriyat yapan Ferda gazetesi Fıransız işgalini manşete taşımış, “FRANSIZLAR ŞEHRİMİZE MEDENİYET GETİRECEK” işgale çanak tutmakta. Yozgatlı Avni Bey ile Kayserili Remzi bey içlerinden Ferda gazetesine öfke kussalar da, halkın umudunu tüketmemek için kendilerince çözüm bulmuşlar, ADANA adıl ile bir gazete çıkarmak suretiyle; EŞŞEĞİN KURUĞU HALA ELİMİZDE” ilk sayısında manşet olarak kullanmışlardı.
Daha sonra Fransızlar tarafından gazete kapatılarak muharrirleri hakkında yakalama kararı çıkarılsa da, onlar yılmamış Kayseri Adana arasında terk edilmiş bir tren vagonunda gazeteyi tekrar basarak el altından şehre sokup Adana halkının kurtuluş umudunu diri tutmayı başarmışlardır.
Bu hikayeyi neden anlattım? 
Lozan Antlaşması sonrasında Ülkemiz sınırları belirlenmiş, altı yüz yıl himayemizde olan Ehli Müslim kardeş dediklerimizle Ümmet Birliğini sağlayamadığımız gibi, Anadolu halkından toplanan vergileri, her şeyden önemlisi canımızı kanımızı verdiğimiz sözde bugünkü İslam ülkeleri hakları her seferinde bizi sırtımızdan vurmuştur. Harf Devriminin en önemli amaç ve kazançlarından biri, ülkemiz sınırları içerisindeki halkımızla “Millet” olmuşuz.
Harf inkılabı yapılmasaydı, ülkemizin etrafını çevreleyen sözde ümmet İngiliz, Fransız işbirlikçisi kardeşlerimiz ülkemiz içine fitne sokma gayretiyle çok basit bir şekilde basılı eserler sokarak neler yapmazdı bir düşünün.! Neticede 1924 Şeyh Sayit ayaklanması sonrası neler kaybedilmiş iyi okuyun ve analiz edin.
Türk halkı son yaşanan “Barış Pınarı Harekatı” esnasında Milleti de Ümmeti de görmüştür. Bizzat konuyu en yüksek mertebeden dillendirenler bu gerçekleri yaşadıkları halde Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş değerlerine çatmaktaki maksadı ne ola?
Bu hadise bana geçmişte yaşanan acı bir hadiseyi hatırlatmakta; SIFFİN SAVAŞI, İslam Dünyasında da “Hakem Olayı” olarak bilinir. Hz. Ali ile Muaviye’nin Şam ordusu arasında çıkan savaşta dağılma noktasına gelen Muaviye Şamlı askerlere “Her kimin yanında Mushaf -Kura’nı Kerim- varsa onun yapraklarını mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın.” Demekten başka bir şey değildir.
Asıl acı olan diğer gerçek ise; Bugün okur yazar olduğu halde hayatı boyunca tek bir kitabı dahi sonuna kadar okumayanların Osmanlıca aşkı.
Bugün ülkemizde kitap okuma sayısı kişi başı dağılımı yılda altı kişiden sadece biri kitap okumakta.
Bu millet harf devrimine kızdığı için mi kitaplardan uzak duruyor?