Yozgat, Türkmensarılar köyünden Ahmet Ağa’nın hiçbir zaman biri iki olmamıştı. Cenabı Mevla bir oğlan vermişti, onun da doğuştan bir kulağı yoktu.
Asım, yirmi yaşına geldiğinde askere çağırıldı. Balkan Harbi başladığında askerdi. Yemen cephesine sevk edildi.
Babası, anası dört yıl sonrasına hesap yapıyor, gözlerinin kökü tek oğullarını evlendirmeyi planlıyorlardı. Asım’ın gidişinin üzerinden beş yıl geçmişti ki bir de Birinci Dünya Harbi başlamış, köyler yaşlı insanlar ve kadınlara bırakılmıştı.
Türkmensarılar köyü, vilayetten uzak, bir derenin yüzüne yamanmış, eşkıyaların da uğrak yerleri haline gelmişti.
Gün geçmiyordu ki o bölgede bir hdise olmasın. Bir bakmışsın köylünün elinden hayvanları alınmış, bir bakmışsın fakirin namusuna el uzanmış.
Oğulları cephede düşmanlarla mücadele ederken, babaları da yiğitlerinin emaneti gelin ve kızları için evlerinde eşkıya nöbeti tutuyorlardı. Bu eşkıyalar, daha çok askere gitmeyen ya da cepheden kaçan vatan hainlerinden oluşuyordu.
Üç beş kişi bir araya geliyor, masum halka olmadık acılar yaşatıyorlardı.
1918 yılında varılan anlaşma gereği tüm cephelerde asker terhis edilecek haberi Asım’ın babasını da umutlandırmıştı, fakat Asım yine dönmedi. Asım normal askerliğini tamamladıktan sonra uzun yıllar Yemen’de kalmıştı. 
1914’te Arap isyancılar İngilizlerle işbiriliği yapmış, Osmanlı askerine tarifi imkânsız acılar yaşatmıştı.
Birliği İngiliz ve Arap isyancılar tarafından ablukaya alındı, aylarca iaşe gelmediği için tayinleri altı hurmaya düştü, hurma da bitince çölden çekirge toplayıp kavurdular. 
1918 yılında da kumandanlardan gelen talimata göre; “Herkes başının çaresine baksın!” denilerek serbest bırakıldılar. 
Askerlerimizin bir kısmı açlıktan öldü, bir kısmı da Şerif Hüseyin ve İngiliz işbirlikçileri tarafında öldürüldü. Asım ayağından vurulmuş, her türlü zorluğa rağmen hayatta kalmayı başarmıştı. 
Ayağından vurulduğu halde Suriye topraklarına kadar geldi. 
Susuzluktan ağzı dili tutulmuştu, susuzluğunu gidermek için taşları şeker gibi soruyor, açlığını da mağara etrafındaki otları yiyerek geçiştirmeye çalışıyordu.
Bir hafta mağarada acısının dinmesi için bekledi. Arap isyancılar mağaraya sığınmak isterken Asım’ı orada yakaladılar, yanlarına alıp bir Ermeni köyüne götürdüler. Kilisenin bahçesinde bir ağaca bağladılar. 
Köy halkı seyir için toplandı, kimi yüzüne tükürdü, kimi işedi.
Akşamüzeri köyden yirmi yaşlarında bir gelin, koynunda getirdiği su ve ekmeği yanına bıraktı. Ekmeğin içerisine bir de bıçak koymuştu. Bıçağı bacağının altına koydu, kana kana suyu içti sonra da ekmeği yedi, birazcık olsun gözü açılmıştı. 
Hava kararınca da boynundaki ipi kesti, sonra da ayaklarında bağlı düğümü çözdü, sekerek o köyü terk etti.
Benzer olayın bir daha başına gelmemesi için de gece yürüdü, gündüz dinlendi. Üç aylık bir yolculuktan sonra Yozgat’a ulaşmıştı. Yozgat’ta birçok akrabası olduğu halde uğramaya utandı. Çünkü her tarafını bit sarmış, hatta kirpiklerine inmişti. Köyüne geldiğinde gece yarısıydı. 
Yokuş yukarı çıktığından iyice takati kesilmişti. Zomzomun Başı denilen mevkiye geldiğinde derin bir nefes aldı, yürümeyi gözü kesmedi.
Yuvarlanarak tepeden indi, emekleye emekleye babasının kapısına dayandı. Defalarca kapıyı çalmasına rağmen içeriden ses alamadı. 
Nefesini toplayıp; “Baba ben oğlunuz Asım!” diyerek sesini duyurmaya çalıştı. 
Kapının gıcırtısından babasının uyandığını fark etmişti. 
Birkaç defa daha seslendi; “Baba ben oğlunuz Asım, kapıyı aç!” diye yalvardı. 
Babası Ahmet Ağa; “Kimsin?” diye sordu. 
“Baba, ben oğlunuz Asım kapıyı aç da gireyim.” dedi. 
Babası inanmamış, her zamanki eşkıya oyunlarından biri zannederek; “Oğlum, bizim gelinimiz, kızımız yok eğer istiyorsan ağılda bir koyunum var, onu da sen al. Biz, yaşlı karı kocayız ne paramız var ne de işine yarar can.” diyerek yalvardı, başından savmaya çalıştı.
Kapı önünde konuşmaya bile takati kalmayan Asım; “Baba, ben senin koyununu neyleyim. Beni, oğlun Asım’ı tanımadın mı?” dedi. 
Ahmet Ağa; “Benim bir tek oğlum vardı, o gideli on yedi sene oldu. Asım mı kaldı Allah’ını seversen! Bizi oğlumuzun adıyla kandırma, tek bir koyunum var istiyorsan al git. Helali hoş olsun!” dedi. 
Asım, son bir kez daha yalvardı; “Baba ben Asım’ım, doğuştan tek kulağı olmayan oğlunuz Asım, istersen elini kapı aralığından uzat kulağıma bak ya da anam Leyla’yı çağır, sen bilemedin belki ama o bilir.” dedi.
Leyla hanım konuşulanları işitiyordu fakat düş gördüğünü zannediyordu. 
Birden yataktan sıçrayıp kalktı; “Herif!” diye seslendi. 
Ahmet Ağa eşinin sesini duyunca; “Hanım buraya bir gel hele, kapıda biri var, gece yarısından beri beni uğraştırıyor. Oğlunuz Asım’ım diyor. Gel de bir de sen dinle bakalım.” dedi. 
Leyla hanım yüreğinin en derin yerinden çıkan bir sesle; “Asım!” dedi. 
Asım “Ana benim, oğlun Asım. Babam bilemedi, sen de mi bilemedin?” der demez.
Leyla hanımkocasına bir omuz vurup; “Ocağı batasıca, insan oğlunu bilemez mi?” diyerek kapıyı açtı.
Leyla hanım, on yedi yıldır çektiği evlat hasretiyle oğluna bağrına değil, yüreğine sokarcasına sarıldı, onu öptü, kokladı. 
Babası Ahmet Ağa, oğlu olup olmadığından hala emin değildi. Eşine kulağını kontrol etmesini fısıldadı. 
Asım, babasının elini öptü, öptüğü eli iki eliyle tutup kulağına götürdü.
“Şimdi inandın mı, oğlun Asım olduğuma?” diyerek şüpheye yer bırakmadı. 
Asım “Ana ben bu halde içeriye giremem, her tarafım bit kaynıyor, hemen şuraya bir ateş yakıp su ısıtalım, sen de bana giyecek bir şeyler bul.” dedi. 
Ocak kuruldu, kazan su ile dolduruldu. Babası da annesi de göğe yükselen ateşin ışıklarıyla oğullarının yüzünü görmeye çalıştılar.
O gece ömürlerinin en uzun gecesi olmuştu. Bir türlü doğmayan güneşe sitem ettiler. Ortalık aydınlanır aydınlanmaz da ahırdaki tek koyunu çıkarıp kurban kestiler.
Asım dede iki kez evlenmesine rağmen onun da bir oğlu dünyaya gelmiş ve babasının adını vermişti. Oğlu Ahmet genç yaşta hayata gözlerini yumdu. 
Ahmet öldüğünde eşi Fadime hanım hamileydi, bir kız çocuğu dünyaya geldi, onun da adını Ladiger koymuşlardı. 
Ladiger’in annesi Fadime hanım İnceçayır köyünden Necip’in Hasan ile evlenmiş, kızı Ladiger’i de kızı olarak kabul etmişti. 
Asım dede evladının hasretini torun sevgisiyle gidermeye çalışır, sık sık köyümüze gelirdi. 
Ben de onu çocuk yaşlarımda tanımıştım, Allah rahmet eylesin.
Kaynak Kişiler: Menduha Taştan, Gelini Fadime Özdemir, Torunu Ladiger Karaca