“Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insandır. O da hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar.” diyor Necip Fazıl Kısakürek

Her hali başka bir çelişki taşıyan insan, söz konusu ölüm olduğunda da kendisiyle çelişmekten hiç de geri durmuyor. Bir gün her insanın ömrünün sona ereceğini biliyor olmasına karşın sevdiklerine ölümü yakıştıramıyor. Hatta işi daha da abartıp sevdikleri ölmesin, göçüp gitmesin diye dualar ediyor. Bu duanın beyhude olduğunu bile bile hem de. Zira ölümsüz olarak bildiğimiz tek bir insan dahi yok yeryüzünde. Arada ölümsüzlük formülünün bulunduğunu iddia edenler çıkıyor da kanıtlayabilene rastlanamadı daha.

Bir insan yaşamında defalarca başka başka sebeplerden yas tutar. En keskin, en net, en doğrudan yas, ölüm yasıdır demek yanlış olmayacaktır. Kuşkusuz kayıp duygusunu, çaresizliği, yoksunluğu çok derinden hissederiz sevdiğimiz birini ölümle kaybettiğimizde. İşte o yıllarca yok saydığımız veya gelmesin diye dualar ettiğimiz ölüm soğuk yüzüyle karşımızdadır. Bu soğuk yüze bakarken ürpermemek, metanetli durabilmek ne mümkündür?

Yas tutmak deyince pek çoğumuzun aklına yalnızca ölüm gelir. Fakat yapılan araştırmalar örneğin; bir insanın sevdiği bir insan tarafından terkedildiğinde de ölüm acısına benzer duygular hissedebildiğini gösterir nitelikte. Yani ölüm acısıyla ayrılık acısı insanda benzer bir yas süreci oluşturuyor diyebiliriz.

Görünen o ki; “Ölüm ile ayrılığı tarttılar. Elli dirhem fazla geldi ayrılık." diyen Karacaoğlan pek de abartmış sayılmaz. Sevdiği Mihriban’ a “Ayrılıktan zor belleme ölümü” diye seslenen Abdurrahim Karakoç da Karacaoğlan’ la aynı fikirde belli ki. (Konumuz bu değil ama değinmeden edemeyeceğim. Musa Eroğlu da ne güzel söyler Mihriban türküsünü.)

Sözün özü insan, sevdiklerinden ayrı kaldığında derin bir yasa boğulur. Sadece ölüm değil kaybın, ayrılığın her hali birer acı kaynağıdır. Çoğu zaman bu kaybı, ayrılığı düşünmek bile kalbimize zehirli okları saplamaya yeter. İşte bu zehri akıtmanın yoludur yas tutmak.

 Yaşamda yalnızca iyi şeylerin değil acı tecrübelerin de hakkı verilmelidir. Hiç geçmeyecekmiş, hep ağırlığınca ruhumuza eziyet edecekmiş gibi hissettiren acılar yasını hakkıyla tutunca hafifler. Öyle etrafından dolanarak, onu yok sayarak geçmiş bir acı yoktur. Bırakın geçmeyi yok sayılmış acı hafiflemez bile. Kandırır sadece sizi. Bir süre yok olmuş gibi davranır. Ama onu yok saymış olmanızın intikamını daha sonra daha büyük şiddetle göğsünüze oturarak alır. Bu yüzden her acının, her kaybın içinden geçilmelidir. Onu olan çıplaklığıyla kabul edip en insan halimizle gerekli olan yas tutulmalıdır.

Yeri gelmişken yas tutan birine nasıl yaklaşmamız gerektiğinden de biraz söz edelim. Örneğin; ağlamak acının zehrini akıtmak için en insanca tepkilerden biridir. Ağlayan birine “Ağlama!” denilmez. Ona destek olmak istiyorsak ağlaması için bir omuz olabiliriz mesela.

Yas tutan birine başka ne denilmez? Boş ver, sıkma canını, iyi tarafından bak, böyle yaparak bizi üzüyorsun, güçlü ol, kafana takma… gibi şeyler de söylenmez.

Bizler yas tutan sevdiklerimize bütün iyi niyetimizle konuşup dururuz. Belki bir teselli cümlemiz onu rahatlatır umuduyla -burada açık konuşacağım biz bizeyiz diye- kafa şişirmekten, can sıkmaktan öteye geçemeyiz. Oysa acılı birinin kendini yargılamadan dinleyecek birine ihtiyacı olur. Akıl almaya, teselli edilmeye değil; acısını hiç süzmeden rahatça döküp saçabileceği huzurlu kollara ihtiyacı olur. Onunla konuşmak değil susmak işe yarar çoğu zaman. Hele o beylik laflara hiç ihtiyaçları yoktur. Şu acıları bir dinsin, yas süreçleri tamamlansın, onların aklı onlara yetiyordur zaten. Sizin vereceğiniz akla değil şefkate ihtiyaçları vardır.

Eğer bu satırlar kalbinizde bir yerlerde acınıza, kaybınıza, yasınıza dokunduysa ve içten içe “Geçecek mi?” diye soruyorsanız size ünlü psikolog Gökhan Çınar’ ın şu dizeleri iyi gelecektir:

“Sertçe göğsüme oturan bu ağrıya dokunabilirsem geçecek.

Kaçmadan, acısını yok saymadan, kendime kızıp canımı daha çok yakmadan, yargılayıp daha derine bastırmasam geçecek.

Geleni bir kabul edip, onunla canım yanarken konuşursam geçecek.,

Her sözünü yol göstersin diye aklıma bırakırsam, kalan izini iyileşsin diye zamana bırakırsam geçecek.

Hemen geçsin diye kovmadan, tekrar gelir diye korkmadan, hep üst üste gelir diye kapanmadan, hep benim başıma gelir diye kaçmadan yüzleşirsem geçecek.

Dokuna dokuna, konuşa konuşa, evet ağlaya ağlaya geçecek. Ağlarken kendime şefkat gösterirsem geçecek.

İyileşmeden iyi olmuşum gibi yapmadan, daha önce kendimi nasıl ayağa kaldırdığımı unutmadan, kabul edip sindirince geçecek.

Yaşayınca geçecek.

Ama illa ki geçecek...