Hikmetinden sual olmayan Mevlam kışın soğuğunu iliğimize kadar hissettirip; yağmurdan, kardan nasiplendirmemişti. Art arda cuma günleri hem Yozgat hem ilçelerimizde kar duasına çıkılmıştı. Rabbim duaları kabul buyurdu ve her yer beyaza büründü. Yarım metre kar düştü, köy yolları kapandı; kurslar, okullar tatil edildi. Herkes barajlar dolacak, kuraklık kalkacak diye seviniyordu.
Tarih 6 Şubat’ı gösteriyordu. Sabah 4.35'te telefon gruplarından gelen “Allah'ım sen koru, affına sığındık!” “Nasılsınız? Geçmiş olsun.” “Çok korktuk, çok sallandık” gibi mesajlar ile uyandık. Arka arkaya gelen mesajlar, son dakika haberleri, her geçen süre artan acı haberler, gelmeye devam eden enkaz görüntüleri...Ve gün aydınlanmadı o gün. “Allah'ım ne yapabiliriz? Ya Rabbi sen yardım et, sen esirge, muhafaza eyle!” “Kimler gönüllü, ne zaman çıkıyoruz yola?” “Hocam biz de gitmek istiyoruz. Beni de yazın gönüllülere.” “Araç yetersiz; gönüllüleri götürecek kadar otobüs, minibüs yok. Yollar kapalı, tipiden göz gözü görmüyor.” “Biz ne anlarız enkazdan, birinin başına bir iş gelse, ailesi dava açsa ne diyeceğiz? Bizim ne işimiz var deprem bölgesinde?” sözleri arasında ilk gün 13 kişi ile başlayıp üçüncü günde toplam 115 kişi yola revan olduk.
Kapalı köy yollarından çıkamayan, bir sonraki araca ismini yazdıran, “Peki gidemeyenler ne yapacak?” “Elimizden bir şey gelmez mi? diyenler “Battaniye, ekmek, su, erzak hazırlansın! Kıyafet, kışlık giyecekler, gıda, temizlik malzemesi, en mühimleri unutma! Kefen, ceset torbası, cenazeler için hazırlık yapılsın!” “Kadın gassallara ihtiyaç var. Manevi rehberler olmalı burada. Ölen kurtuluyor da vefat edenlerin yakınları asıl acılı, hala canlılar var toprak altında.”
Yaşlı başlı, tecrübeli hocalarımızdan çok gencecik, henüz göreve yeni başlamış arkadaşlar daha fazla gönüllü oluyorlar, gitmek için ısrar ediyorlardı. Gidebilmek için her türlü zorluğu göze alıp en önde onlar yer alıyordu. Daha evvel cenaze tecrübemiz olmamasına rağmen sekiz hanım korkuyla karışık ümit, hüzünle karışık cesaretle, sevdiklerimizle helalleşerek “Ya Rabbi sen yardım et, güç kuvvet ver, bebek, çocuk cenazesi ile karşılaştırma duasıyla çıkmıştık yola, yanımızda aracın aldığı kadar malzeme ve yardımla.
Önce Kur’an okunuyor, dualarla, tekbirlerle, salavatlarla başlıyoruz yolculuğumuza. Valimiz Hatay’a görevlendirilmişti ve bizler de Hatay Hassa’ya gitmeye çalışıyorduk. Deprem bölgesine yaklaşıncaya kadar farklı bir şeyle karşılaşmadık. Heyecanla, merakla süren yolculuğumuz sadece namaz araları ile kesiliyordu. Yola revan olduk olmasına ama yollar uzun, yollar kapalı, yollar acı dolu. Askeri araçlar, askerleri taşıyan otobüsler, yardım götürmeye çalışan tırlar, deprem bölgesinden diğer illere yaralı taşıyan ambulanslar, ambulansların acı acı siren sesleri, bizim gibi deprem bölgesine ulaşmaya çalışanlar...
 Deprem bölgesine yaklaştıkça artık yol tıkanıyor, neredeyse milim milim ilerleyebiliyorduk. “Yanan gemiye bakın” diye sesleniyor bir hoca hanım, diğer bir hocamız “şu bina, arabaları nasıl da ezmiş?” diye hayretini ifade ediyordu. Camları kırılan evlerin eşyaları görünüyor uzaktan, perdeleri uçuşuyordu. Yıkılan, harabeye dönen binaların arasından, kim bilir ne hatıralar yaşanmış yerlerden, yollardan geçiyorduk. Elektrik yoktu, araçların farları ile görebiliyorduk yolları yalnızca. Çok uzaklardan gelen cılız ışıklar yeterli olmuyordu her şeyi görmeye. Ama hüznü, ama acının sessizliğini hissediyorduk iliklerimize kadar. Bizden önce bölgeye giden hocalarımızla iletişim kurmaya çalışıyorduk, çoğu zaman çekmeyen şebekelere rağmen. On saatlik yol neredeyse on beş, on altı saate ulaştı. Adı gibi kırık döküktü Kırıkhan. Sabaha doğru ancak varabildik Hassa’ya.
Bizi yolun girişinde karşıladı bir hocamız ve kalacağımız okul binasına kadar önümüzde ilerledi bize yolu göstermek için. Binaya çıkıp eşyalarımızı bırakıyoruz, bir iki saat dinlendikten sonra görev yapacağımız gasilhaneye doğru yola çıkıyoruz. Karanlıkta göremediğimiz her şey gün ışığıyla önümüze seriliyor. Çatlayan duvarlar, tamamen enkaza, toza dönmüş binalar, ortadan ikiye ayrılmış ağaçlar, bazı yerlerde çökmüş, bazı yerlerde yükselmiş, yarılmış yollar...
Yolda soruyoruz “Durum nedir ? Gerçekten bu kadar kötü mü her şey ? Anlatıldığı kadar çok mu cenaze ?” Diye. Cenaze işlerini yapan bir Kur’an kursu öğreticimiz varmış aslında. Ancak o da enkaz altında kalmış ve gasilhanenin bayan bölümünde bir ablamız tek başına onca cenazenin kefenleme işlemini yapmak zorunda kalmış. Bizden önce İstanbul’dan da gönüllü hocalarımız gelmiş ama o kadar çok cenazeye; kanamalı, parçalı, yüreklerin dayanmayacağı şekilde olan bedenlere onlar da dayanamamış.
Sabahın erken saatlerinde gasilhaneye ulaştık. Yozgat Müftülüğü görevlileri olduğumuzu, yardıma geldiğimizi öğrenince artık bu işi yapacak mecallerinin kalmadığını söyleyerek gelişimizi sevinçle karşıladılar. Önce kefen biçmeyi öğrendik. Sonra bu işi tek başımıza yapmak veya gruplara ayrılmaktansa hep birlikte, görev dağılımı ile yapmaya karar verdik. Takdiri ilahi bu ya ilk kefenleyeceklerimiz nur yüzlü melekler, kız çocukları oldu. Küpesi, bilekliği, süslü kıyafetleri, anne babalarının öpmeye kıyamadığı elleri... Her cenazede düğüm düğüm oldu boğazımız, kendimizi tutamayıp ağladık çoğu zaman. Üstümüzde önlük, yüzlerimizde maskeler, ellerimizde ikişer, üçer eldiven. Su yok, elektrik yok, hava soğuk. Gün batımına kadar ne kadar cenaze kefenleyip defnedebilirsek diye üzüntü ile birlikte hazırlanıyorduk her seferinde. Kefen biçmekle birlikte  cenazeyi nasıl kefenleyeceğimizi öğrendik, aileleri teskin etmeyi ve gözyaşımızı gizlemeyi de... Su bulunmayınca kireç ile teyemmüm ettirdik cenazeleri. Kefenin yeterli gelmediği durumlarda ceset torbalarına koyduk mecburen. Ailelerin kimi zaman feryatları, kimi zaman gözyaşları, kimi zaman sözleri ve duaları içimizi eritse de görevimizi yapmaya çalıştık en iyi şekilde. “Gufraneke Ya Rahman”.
Erkek hocalarımız ise kimi hastanede, kimi depoda, kimi yardım dağıtımında, kimi taziyede; her biri ayrı bir yerde, ayrı bir yardıma koşturdu, iki lokma yemek yesin kardeşlerimiz diye daldırdı kepçeyi kazana. Herkes elinden geldiğince, gücü yettiğince, kah cenaze taşıyor, kah koli dağıtıyor, bazıları tırlarla gelen yardımları indiriyor, kimi indirilenleri istifliyor, düzenliyor, kimi yemek dağıtıyor, kimi araç kullanıyor. Kimi üstündeki montu depremzede kardeşine giydiriyor. Daha önce tanımadığı kardeşinin cenazesini mezara indiriyor. Kimi yaralıların, kimi cenazelerin listesini tutuyor, velhasıl arı gibi işliyor, koşuyor, koşturuyordu kendince herkes. “Hani devlet nerede” diyenler için devlettik, “hani eşimiz, dostumuz” diyene kardeş, bacı ve evlat. Kimi zaman başlarını yaslayacak bir omuz, kimi zaman  yaran...  Bir yudum su, bir lokma ekmek...
Üzüldük ama güçlü durmaya çalıştık, ağladık ama belli etmemeye çalıştık. Cenaze yakınlarını isyan etmemeleri, dua etmeleri, kaybettikleri kimselerin şehit olduğunu ve cennete gideceğini söyleyerek teselli etmeye çalıştık. İçimiz yandı, zorlandık ama pes etmedik. Hala yaralı depremzedeleri kurtarabilmek için binaların üstünde, çevresinde “Sesimi duyan var mı? çağrılarına şahit olduk. Yemek kazanlarının önünde depremzedelerin bir tas çorba ve bir dilim ekmek bekleyişine, ıslak kıyafetlerle titreyişine şahit olduk, yaralı olarak kurtarılanların sevincine, cenazeleri kefenleyenlerin aynı zamanda onları defnettiklerine, kendi yakınları, tanıdıklarını uğurlarken ne kadar metanetli olduklarına şahit olduk. Misafirmişiz gibi bizleri ağırlamaya çalıştıklarına şahit olduk depremzede kardeşlerimizin. “Güzel günlerde gelseydiniz keşke, buraların güzelliklerini görseydiniz.” temennileriyle.
Birlik ve beraberlikle yaraların sarılacağını gördük, kilometrelerce uzaktan hiç bilmediğimiz yerlere gelip, hiç tanımadığımız kimselere kardeşlik edince öğrendik din kardeşliği ne demektir aslında. Bir kap yemeği paylaşınca, bir yas tutana teselli olunca, bir yardıma koşunca. Bütün görevlilerimiz canla başla, uykusuz, aç... Hatta yatacak yer bulamayıp çadırda kaldı bazıları, bazıları araçlarda uyukladı. Ama çok kişinin gönüllerine dokunduk çok şükür. Mavi yelekliler olarak herkes bize melekmişiz gibi baktı, gitmeyelim diye dua etti. “İyi ki geldiniz, Allah razı olsun” diye bağırlarına bastı, ayrılırken, arkamızdan el sallarken gözyaşlarını tutamadı hiç kimse.  
Belki de aklımıza daha önce hiç gelmemiş bir dua ile döndük evlerimize. Rabbim ölümün de güzelini nasip et! Yıkanarak, kefenlenerek defnedilmemizi ihsan eyle! Namazımızı kılacakların, arkamızdan iyi bilirdik diyenlerin çok olmasını nasip eyle! Vatanımızı, milletimizi her türlü afetten, felaketten muhafaza eyle! Ülkemize böyle acıları bir daha yaşatma Allah’ım!
(Diyanet İşleri Başkanlığımızın Deprem Hatıraları Kitabı için yazmış olduğum anıyı sizlerle paylaşmak istedim.)