Bu gün Cumartesi…
    Sabah yine iş var ama tatil kadar özel bir gün işte…
    Bu özel günde geçmişten, çocukluk yıllarımızda bıraktığımız, her anından zevk aldığımız oyunlarımızdan bahsedelim.
    Çocukça geçen yılların verdiği çocukça mutluluğa bu gün daha çok ihtiyaç duyduğumuz aşikar.
    Kimse inkar edemez bu gerçeği.
    O halde özlemini duyduğumuz o gerçeğe biraz olsun dokunmak adına çocukluk yıllarımızda taştan kaleler yaparak oynadığımız mahalle maçlarından konuşalım.
    Mahallenin en keyifli, en vazgeçilmez ve en sosyal oyununa, plastik futbol topu ile başlamıştık.
    Bugün yerini marketlerin aldığı bakkalın dış tarafına asılmış file içerisinden özenle seçilen top, ekibin en tecrübelisi tarafından havaya döndürülerek atılır ve yamuk olmadığından emin olundu ise satın alınırdı.
    Okul döneminde her teneffüs saatinde, öncekinin devamı olan maçlar yapardık. Nerede kalındı ise diğer teneffüs oradan devam eder ve sonuncusunda galibi belirlerdik.
    Tatil döneminde günde bir kaç maç olurdu. Çoğu zaman mahallenin onca tanışanı ile karışık, bazen de mahalle maçları için tanımadık diğerlerine karşı toplanırdık.
    Tanışıklar için maç, “aldım yeri verdim göğü” ile başlardı. Karşılıklı ölçüsüz bir mesafede duran iki kişi – her iki takımın kaptanları olurdu – birer adım atarak birbirlerine yaklaşır ve son adımı yarım kalan “aldım yeri” derdi.
    Diğeri ise “göğü”. Yeri alana “al aldığını” diyerek kalabalık içerisindeki en yeteneklisini karşıya kaptırmak düşerdi. Herkes birer birer alınır ve takım oluşurdu.
    Önce kurallar belirlenirdi. 10da “hafta” 20de biter.
    Hafta. İngilizce “halftime” dan türeyen “hafta” nasıl olur da hayatında İngilizce duymamış onca sokak topçusunun diline “hafta” olarak girmişti ki!
    Oluşturulan takımda bir kaleci var ise şanslı olan taraftı. Yok ise herkes sırayla kaleye geçerdi. Ama nasıl bir sıra? Her kaleye geçen, gol yiyene kadar kalede kalacak ve gol yediği an yerini sıradakine bırakacaktır. Nasıl bir adalettir bu? Kim almıştır böyle bir kararı?
    Ama teamül budur.
    Bu sebepten dolayı yenen bazı gollerden sonra bilerek yenip yenmediği de tartışılıp karara bağlanırdı.
    Bu güzel sokak oyununda topun sahibi kale konusunda en şansı olanı olacaktır, muhakkak. Top onun olduğu için kaleye geçmeyecek ve topa sahip olmanın avantajını böylece kullanacaktır.
    Bir de “sütten” olanlar vardır; kaleye geçmeyen, pas verilmeyen ama mutlu mesut olsun diye kadroya alınan.
    Bir nevi “sen oynamayı bilmiyorsun ama sonuçta arkadaşımızsın” cümlesinin kısa tabiri idi.
    Plastiktir sonuçta o toplar.
    Bazen bir dikene çarpar bazen bir arabanın tekeri altında kalır. Patlar.
    Topa sonunu getirecek son noktaya vuruşu kim yaptıysa mesuliyet ondadır.
    Yenisini almak zorundadır.
    Ama hak bu ya, patlak top da onda kalır.
     “Ofsayt” yoktur.
    Ve eğer başta kararlaştırıldıysa üç korner bir penaltıdır.
    Bazen bir okulun bahçesi, bazen bir evin büyükçe avlusu, bazen bir çayırlık, bazen bir pazaryeri.
    Nerede geniş bir alan var ise futbol için de müsait alan orasıdır.
    Dört adet büyükçe taş bulunur.
    İkisi bir taraf kaleyi, diğer ikisi de diğer kaleyi oluşturacak dört adet büyük taş.
    Öyle ki sokakta “taş üstü” diye bir kavram da vardır.
    Kalesinde şutu görenin “taş üstü” diyerek golü saydırmamaya çalışması, diğer tarafın ise “buz gibi iki taşın arasından girdi” karşı tezi ile gole sahip çıkması.
     “Hakemin” olmadığı bu maçlarda, “hakim” olan kişinin sözü geçecektir. Yoksa da öyle biri, ihtimal ki maç orada bitecektir.
    Kalenin yandan sınırı taşın üstü iken üstten sınırı da kalecinin zıplayabildiği en yüksek noktadır! Top oynayabilme keyfi için, kaçınılmaz bir şekilde karşılıklı güven gereklidir.
    Plastik topların meşin yuvarlağa, taştan kalelerin demir direklere, geniş toprak alanların halı sahalara döndüğü vakit kornerler de artık kornerdir.

YOZGAT RÜZGARI

Somalili anneler
ve zor karar!

Yanlarında, bazıları çok sayıda çocuklarıyla yayan yürüyen Somalili anneler, ellerindeki kıt yiyecekleri ve suları tükenmek üzereyken "hangi çocuğun yaşama ihtimali daha fazla, hangisini arkada bırakıp yola devam etmeli" şeklinde korkunç bir seçimle karşı karşıya kalıyorlar.
    Wardo Mahmud Yusuf adlı kadın, Somali'deki kuraklık ve kıtlıktan kaçmak için iki hafta boyunca sırtında bir yaşındaki kızı ve yanında 4 yaşındaki oğluyla yürümek zorunda kaldı. Yolculuğun sonuna doğru çocuk iyice bitkin düştü ve annesi serinletmek için oğluna su verdi, ancak çocuk bilinçsiz vaziyette, su içecek halde değildi.
    Bunun üzerine 29 yaşındaki kadın, çok zor bir karar vermek zorunda kaldı. Şu anda Kenya'daki mülteci kampında kalan Yusuf, "Sonunda onu yolda bırakarak, Allah'a emanet ettim. O anda hayatta olduğundan eminim. Bu içimi burkuyor. Şimdi ne zaman onun yaşında bir çocuk görsem fena oluyorum" diye anlattı.
    Fadime Sakow Abdullahi adlı kadın da kucağındaki bebeği ve 2, 3, 4 ve 5 yaşlarındaki diğer çocuklarıyla Dadaab'a ulaşmaya çalışıyordu. Mülteci kampına ulaşmadan bir gün önce 4 ve 5 yaşındakiler moladan sonra yerlerinden kalkamadılar. Ve Abdullahi, elindeki sadece 5 litrelik suyunu geride başka çocukları varken, ölmekte olan çocukları için "boşa götürmek" istemedi.