Bek eli işli kadındı Kezik Nene. Başka avratlar bir sürü gürk yatırır, onda birini ancak cücük çıkarttırır, onunda yarısını büyütemeden telef ederlerdi. Amma Kezik Nene nerdeyse kaç yumurtaya gürk yatırırsa tamamına yakınını cücük çıkarttırır ve çok az bir fireyle yetiştirirdi. Küllük, bohluk, havlu, hayat bir sürü tavuk, culuk, bodu, şibi cücükleriyle dolu olur, bağırtılarından mahalle bile dirliksiz olurdu.
Çok rahat bir kadındı Kezik Nene. Onları korumak için fazla bir gayret göstermez, emniyetli kümeslikleri, geniş avlusu ve temiz çevresiyle hastalıklardan uzak keyifli yaşardı. Akıllı ve hamarattı. Köyün kadınları onla rekabeti tavşan kaplumbağa yarışı gibi galibi belli gördüklerinden kıskançlığa bile hakları olmadığını düşünürlerdi.  “Bu kadının eli bek uğurlu anam, maşallah elini neye değerse bereket fışkırtıyor” derler, takdir ederlerdi.
Hanedan ve cömert bir kadındı. Evine gelen önemli misafirlerine gözünü kırpmadan culuk keser, bodu keser ağırlardı. Çocukları gopey gibi besiliydi. Boyunları kalın, karınları büyük ve tavlıydı. Gıllı Paşanın kullükte yapılan güreşlerin çoğunu onun uşahlar kazanırdı. 
Kimseyle kavga etmezlerdi. Kendi hallerinde yaşarlar ama çoğu kişiye de Resmi davranırlardı.  Ahırları, samanlıkları, koyunları, kuzuları, inekleri danaları temiz ve bakımlıydı. Evlerinin önleri bile çamur olmazdı. Kümeslerinece badanalı, pencereleri, kapıları boyalı olurdu. Kocası İsmail Emmi sürekli çalışır, çocuklarının elinden de bir sürü iş gelirdi. Ailenin hepsi evlerine, çevrelerine güzellik katar, bolluk ve bereket içerisinde yaşarlardı. 
Yav o kadar culuh nasıl beslenirdi o evde. Çinik çinik buğday yerlerdi kış boyu. Hadi yaz günlerinde bırakıyor köy içinde yayılıp geliyorlardı ama kışın nasıl bakıyorlardı o culuhlara, bodulara… 
Onların tavuklar kışın bile yumurtlarmış. On tane yumurtayı birden kaynatırlarmış bir öğünde. İki güne bir şibi keserlermiş, tavuk keserlermiş sofralarına. Kışın her hafta bodu keserek arabaşı yaparlarmış. Öyle derdi herkes gardaşım. Ayazlı, kırağılı, sert soğuklu Yozgat ikliminde nasıl yetiştirirse kışın yeşil soğan, maydonoz falan üretip yerlerdi. “Naylon çekiyo, kasaların üstüne öyle yetiştiriyo” diyorlardı. Yarabbi ne bereketli bir evdi onların ev. Yutkunarak bahsederdik onlardan. Köyün bir sürü beceriksiz avradı vardı. Ne yaparlarsa yapsınlar ellerine yüzlerine bulaştırırlardı. İlkbaharda çiğdem pilavı yerken onların çocukların getirdiği ekmeklerin benzi daha duru ve daha temiz gözükürdü. Mal güderken getirdikleri azıklar marketlerde satılan ürünler gibi tertemiz ve gösterişli olurdu. O çökelekler, omaçlar, yumurta kaynatmaları, döndermeler…  Ekmeklerini yavan bile yiyesimiz gelirdi. Azık çantaları bile bir şekildi. Tertemiz ve yamalıksızdı. Diğerlerimizin torbaları çalma, pekmez, zifir lekeleri, orantısız renk ve yamalıklarla doluydu. Onlarınkiler genç kızların çeyizi gibiydi.
Köye gittiğimde duydum kahroldum. Kapıları kilitliydi. Bahçe duvarları uçmuş. Beyaz badanalı düpdüzgün evlerinin boyalı pencerelerine tahta çakıp kapatmışlar. 6-7 yıldır bunlardan hiç kimse uğramadı dediler. Küllükler bomboş. Avludan culuk sesleri, kaz-ördek çığlıkları gelmiyor. Tavuklar, şibiler arkalarında cücük heyetleriyle gezip teşelenmiyorlar. Ot bağlamış her yeri. Ahırın siyeçleri uçmuş, çörtenin dibi beyaz badananın üzerine akıp karartmış, burcu kokulu bahçeleri kangal dikenlerinden gözükmüyordu. Ankara’ya göçmüşler. Bir gecekonduda kirada oturuyorlarmış. Oğlunun biri kaportacıda çalışıyor, biri temizlik şirketine girmiş bir diğeride mobilyacıdaymış. Kızlarının hepsinide gelin etmişler. Oğlanlar da evlenmiş ama yanlarındaki gecekondularda onlarda kirada oturuyorlarmış. Malum saydığım işlerden elde edilecek gelirlerle nasıl geçinilirse öyle geçiniyorlardır. 
Kahrolası göç… Kahrolası işsizlik… O bereketli ve güzel coğrafyadan hangi umutlar ve hangi çaresizlikler nedeniyle bu güzel aileyi buralara düşürdün. Hergün culuhla, boduyla, balla, peynirle, tereyağla, yoğurtla, taze yumurtalar ve bahçede yetişmiş sebze meyveyle takviyeli bereketli mutfağı ne hale soktun. Sürü sürü culuhların, boduların, şibilerin, tavukların, ela gözlü düvelerin, danaların, koyunların hatıraları özlemleri burada insanı rahat bırakırmı. 
Rahmetlik annemin bir sözü vardı. “Herkes vatanında sağ olsun yavrum” derdi. Onlarca boş ev. Çoğunda iki çaresiz ihtiyar. Köyün son bekçileri gibi. Kalan gençlere ”Gidin bi sikortalı işe girin, gendinizi gurtarın yavrum, buralarda hayat galmadı” diyorlar. Büyüklerimiz bile umudu kesmiş artık. Bu zamana kadar yurdumuzda, yuvamızda etrafımıza güzellik ve huzur üreterek yaşatacak becerikli yöneticiler gelmedi ki. Kezik Nene bile bu hale düştükten sonra Kirli Senem, Kör Meliha, Feşli Hacca, Sirkeli Satı, Çolak Şehriye, Merro Medine, Kepezli Döndü, Godek Fatiş daha adını bilemediğim Apılının avrat, Piç Oğlanın Gız, Dazgir Üsüyünün garılar, Cinni Cennet, Bitli Hatın, Kel Nuruya, Şavgının Gızlar vs. ne yapsın hadi…. Sosyal güvence yok, ele avuca düşünce kim bakacak. Üstten gelmeyince alttan da çabuk biter. Ürettiği beslemiyo, sattığı para etmiyo, su yok, sel yok, okul yok, hastane yok. Mecbur göçecekler.. Nöorsünler...