Kerpiç duvarlı toprak damlarda kış günleri sefalet ve yokluk içinde geçerdi. Sebze, meyve pek bulunmaz, sabah, öğle, akşam sürekli bulgur pilavı yenirdi.
Sağı solu delinmiş teneke sobalarda kesmik dediğimiz iri samanlar yanar, ara sıra atılan tezekler ise içli içli korlandığından üzerinde bazen mısır hediği falan kaynatılırdı.
Köy şartlarındaki korunaksız coğrafyada rüzgar aşırı stresli eser, ürkünç sesler çıkarırdı.
Kapkaranlık geceye birde tipi, yağmur, soğuk ve ayaz eklenince ev horantası birbirine kenetlenir, patlak gözlerle korkak korkak birbirinin yüzüne bakardı.
Neden anlatırlardı bilmiyorum ama, büyüklerimiz bizlere congulus hikayeleri anlatırdı. Hayali ve kılıktan kılığa giren acımasız bir canavardı congulus.
Yan yana sıklaşır ve titreyerek dinlerdik bu korku uydurmalarını.
Bir adım ötedeki helkelikten bir bardak su almaya bile cesaretimiz kalmazdı.
Evin veya pencerenin bölümlerindeki küçük deliklerden sızan rüzgar, isli isli ve loş yanan gaz lambasının ıpılamasına neden olurdu.
Köyün tepelerinden uluyan kurtların sesi kulaklarımızı tırmalar, uykularımızı kaçırırdı.
Evin uzağında bulunan ahırlardaki hayvanlarımızı emniyetsiz hisseder, fakat korkumuzdan kontrolüne bile gidemezdik.
Bazen babamla beraber hepimiz birden gaz lambasını da alarak ailecek ahıra giderdik.
Hayvanların sıcaklığı, ahırın ve samanlığın karanlığı, mışıl mışıl saman yemeleri ve ara ara oluşan ürkünç karanlıklar farklı bir duygu verirdi insana.
Bir taraf soğuk, bir taraf hayvanların nefeslerinden oluşan sıcaklık, koşmalara tünemiş güvercinler, bir bölümde hizaya dizilmiş tavuklar, ara yerde koyunlar ve düven gerilerek  bölüm oluşturulmuş yerdeki buzağılar, kuzular….
Yarabbi hepsi melek gibiydi. Dokununca, kucaklayıp yüzümüze bastırınca canımıza sokasımız gelirdi mübarekleri.  Bazen annem inekleri akşam sağardı.
Eve gelip onu sobada pişirip gece yatarken cam gadelerle (bardak) içince ne leziz olurdu Allahım.
Köpek bizi dışarıda görünce sevincinden bizle birlikte eve girmek isterdi.
O da paylaşmak isterdi neşemizi. Ama o yalnız ve bir minderin üzerinde bir tarafı komple açık yuvasında yatardı.
Kedi sobanın yanında ilginç hırıltılar çıkararak uyurdu.
Hedik kaşıklamak yarış startı verilmiş gibi olurdu sanki.
Sabah, öğle, akşam yediğimiz bulgur pilavları pirzolayı aratmazdı bizlere.
Çünkü her öğünde muhabbet, her kaşıkta rekabet ve her ortamda sevgi vardı.
“Gurban olurum sana” diyerek üstümüz örtülür, “kolen olurum senin” diye ciğerden gelen sevgi sözcükleri söylenirdi bizlere.
Kuru, cılız, bakımsız ve biçimsiz olmamıza rağmen dünyanın en sevilen, en sevgili, en çok değer gören ve en kıymetli insanlarıydık bizler.
Yokluk bizlere hissettirilmez, imrenilecek varlıklar gözü düşer diye gösterilmezdi.
Lezzetli bir yiyecek yiyen komşu, nefsi çeker diye diğer komşularından saklana saklana yerdi.
Şimdiki gibi evine ekmek götüremeyen insanların karşısında aleni mangal yakanlar, gösterişli arabalara binenler, savurgan para harcayanlar yoktu.
Köy odaları olurdu.
Büyük adamlar konuşurdu hep.. Diğerleri saygılı bir şekilde oturarak dinlerlerdi.
Biz çocuklar sürekli odanın uç kısmında su isteyecek insanlara ikram yarışı için amade dururduk.
Genelde askerlik ve din konuları konuşulurdu. Bazen av sohbetleri olurdu.
Efsanevi tehlikelerden kurtuluşlar anlatılırdı. İşte canavar saldırısı, congulus, al kızı basması, şahmeran, dile gelen hayvanlar vs. gibi cin tutturacak uyduruk hikayeler anlatılırdı.
Çocuklar korktu deyip susulana kadar da bu hikayelere devam edilirdi.
Hey gidi günler hey...