Evimiz iki katlıydı. Alcı Köyünde ilkti. Yüksek, güney cepheli, geniş ve bakımlıydı. Çok güzel bir avlusu, kanatlı kapıları vardı. Yapıldığı zamanlarda köyümüzün ve çevre köylerin en güzel evi derlerdi. Alt katını ahır olarak kullanırdık. Mavi boyalı pencereleri, kat kat sürülmüş bembayaz kireçleri vardı. Uzun balkonuna gezinti derdik.
    Sabahları yatağımdan kalktığımda gördüğüm ilk manzara uzun selvi ağaçlarının arasından ıpıl ıpıl yanan bir gerdanlığı andırırcasına yan yana dizilmiş Esenli, Gelingüllü ve Yudan köyleriydi. Bu köyler Yozgat'a bağlı ve güneydoğusuna düşen en uzak yerleşim merkezleriydi.
    Alcı Köyünün ortasından geçip, Şefaatlı'ya doğru giden toprak susa (Şose) yol, Yudan'ın tam ortasından geçerek gizemli Cingıstan mekanlarının ürkünç yeşillikleri arasından Osmanpaşa, Paşaköy, Caferli, diye devam ederdi.. Bizim köy dahil her köyde gizemli Cingıstan'ın hayali efsaneleri anlatılır, karanlık günlerde oralarda olunmaması önerilirdi.
    Ne güzel insanları vardı Yudan Köyünün… İnsana ne kadar sıcak gelirlerdi onlar.. Ali Osman Şıh, Memmet Dayı, Kezik Hala, Arap Cemalettin, Mevlüt Enişte, Hacı Mustafa, Sali Paşa, Komser Alaaddin, Şair Yükseli, Rafet Hoca, vs. vs..
    Yolunu şaşırıpta bir düşmeyegör. Engin gönülleri ve cömert ikramları ile insanı mahcup ederler, günümüzde aranan kaybolmaya yüz tutmuş misafirperverliklerin âlâsını sunarlardı insana…
    “Yudanın Köprü” derlerdi köyün kuzeyindeki falezlerin bitim yerine…  Orada berrak bir dere meyvelik, ağaçlık ve bostanlıkların arasından gelir, Yudan'ın etrafını tavaf ederek Kanak çayına karışırdı. Yamaç tepeler ve bostanlık kenarlarına oturan Yudanlılar bu derede balık tutanları, mal sulayanları ve yüzen kaz sürülerini seyreder, kenarlarında mısır közlerlerdi. Yamaçlardaki bereketli bağlarından al benili üzümler insanı adeta hırsızlığa teşvik ederdi. Halis Dayının harmanlarda kalabalık çocuk grupları patlak toplarla futbol oynarlar, bir bölümüde alt taraflarında kuzu güderlerdi. Köyün ortasında bulunan çeşmeler gür bir şekilde akar, oluklarında mal sulanır, kadınlar hediklik yıkar, kenarlarında tokaç sesleri eşliğinde çamaşır kazanları kaynatırlardı. Helkelerle, sitillerle, kovalarla çalışkan ve temiz yudan kızları sürekli evlerine su taşır, günlük işlerini yarış halinde yaparlardı.
    Kışı başka bir güzel ve şenlikliydi bu köyün. Çocuklar Hışırın harmanda kızak kayar, tüfeğini alan Bal Kayasına, Hasan'ın Değirmene doğru ava giderlerdi.  Yağbın eşmenin suyu yazın buz gibi kışın ılıman olurdu. Düğünlerini genellikle bizim köylü Karaca ve Tekkeli Hasan çalardı
 .    En yakın köydü bize Yudan. Hadi denildiğinde ordaydık. En çok ve en sevdiğimiz arkadaşlarımız ordaydı. Komser Alaaddin ve Polis Alparslan Yalçınsoy o köyün futbol organizatörleriydi. Ayda en az bir defa maç yapardık. Milli maçların havası o kadar olamazdı. Bazen biz yenerdik, bazen onlar. Her zaman dostluk kazanırdı. Ne centilmen insanlardı o köyün çocukları. Biz dahil herkes efendiliği onlardan öğrenirdi.  
    Köyün tam ortasında Hacı Mustafa'nın bakkalı vardı. Her köyden alışverişe gelirlerdi. Ne iyi ne şakacı bir insandı o adam. Fakiri fukarasına, parası varmı yokmu, hangi köyden, hangi memleketten hiç bakmadan veresiye erzak verirdi. Borç süresinin üzerinden yıl geçmesine rağmen, kimsenin yanında mahçup etmeden yinede ne istiyorsa verirdi. Evliya gibi bir insandı. Duasını almadığı insan kalmamıştır Onun. Alışveriş borcunun üzerinden seneler geçmiş insana, mağduriyetine dayanamayıp, birde nakit borç verirdi. Toptancıya olan borcunu başkasından bulur, alacağı olan insanlardan kendi parasını istemeye utanırdı. Utangaç ve aşırı merhametliydi.
    Hele Ali Osman Şıh Dayı… Köye kim gelirse gelsin odasına misafir eder, yemek, çay ve ibade hizmeti sağladıktan sonra “harçlığın varmı” diye sorarak harçlık verir, uğurlardı.
    O köye yolu düşüpte kursağında Memmet Dayı ve Kezik halanın yemeği olmayan varmı acaba. Memmet dayı adamı dövercesine evine götürür, saygı ve ikramda bulunurdu. Atın iyisine doru, yiğitin iyisine deli derler ya, Memmet dayıya da Deli Memmet derlerdi. Düşküne ilk yetişen, garibin elinden ilk tutan onlardı.
    Belkide hepsi yerli yerinde duruyor. Belki Yudan kimliğinden hiçbir şey kaybetmedi ama devasa görünüşlü Gelingüllü barajı onun püsküllerini koparıp çöle çevirdi. Artık ne Yudan Köprüsü var, ne cennet bağları, ne bostanlıkları ne de sıra selvileri…
    Gönlünü açarak sohbet eden kadirşinas ihtiyarları, yonca kokan sokakları, inek, köpek, koyun, tavuk bağrışlarının kuş çeşitleriyle yarışan sesleri, Hacı Mustafa'nın Bakkalı, Arap Cemalettin'in sıcak gülüşü, İbiğin Hasan'ın çiftliği, Selim'in, İbrahim'in güvercinleri yok artık..
    Şimdilerde kır bir tepenin başında özlem dolu gözlerle mazisini arayan, üç beş kişinin yaşadığı kimsesiz bir Yudan kalmış…
    Geçtiğimiz günlerde bu derya gönüllü insanların bir dernek kurduğunu, kültürlerini ve mazilerini yaşatmak için sık toplantılarla bir araya geldiklerini duydum. Tanıyan herkesin sevdiği, oldukça bilgili ve kültürlü bir insan olan Rafet ALTIN hocanın başkanlığında faaliyet yürüten bu derneğe sırf Yudanlı sohbeti dinlemek için bile kilometrelerce uzaktan gelmeye razıyım. Çocukluğum, gençliğim aklıma gelince nedense ilk hatırladığım mekanlardır buralar. Berrak özleri, bereketli bostanlıkları, albenili üzümleri, şekerpare kayısıları, hoş sohbetli insanları ve temiz yüzleriyle gönlüme taht kurmuş bir Yudan vardı.
    Var olun Yozgat'ın yüzünü ak eden engin gönüllü Yudanlılar. Var olun bereket ve güzelliğin merkezi.. Var olun hatıralarımızın süsü, adam gibi adamların memleketi… Yiğit ve cömert Yudanlılar….