Bahar bir başka gelir gözünü sevdiğim Yozgat topraklarında.
    Sert geçen uzun süreli kış mevsiminin ardından dağları, platoları parça parça gözükmeye başlar eriyen karların arasından.
    Bir önceki yılın Ekim ayında ekilen buğdayların yeşil yeşil gözükür çimenleşmiş halleri.
    Sıcağın her zerresinin kıymeti bilinir, yeşilin her parçası mübarek sayılır bu coğrafyanın engin gönüllü insanlarınca.
Kış boyu köyden dışarı çıkamayan insanlar yanlarına aldıkları kuru soğanlı çökelek ve yufka ekmekli azıklarıyla açık araziye doğru volta vurur, günlerce özlediği mekanları kontrol eder gelirlerdi. İşte bu aylarda doğar buzağılar, kuzular.
    İşte bu aylarda yuva yapar kuşlar bahçedeki dallara, arazideki tarlalara, çalılık, çırpılıkların üzerine.
    Etraf kıştan kalma ayazların, soğukların etkisindeyken sınır dipleri, güneş almış kabarmış topraklar ve kuytu kuş yuvalarının sıcaklığı insana sığınma hissi verirdi.
    Yavaş yavaş karlar tam anlamıyla kalktığında mor çiçekli güllü tapanlar, bordo renkli sormuk gülleri, mavimsi çiçekli kangallar, kırmızı gelincikler, gabaldız, kara yonca, yemlik, madımak, kızılca, koyun gözü, hardal vs. binlerce rengarenk çiçekler üzerimize beni sev dercesine atılıyor hissi uyandırıdı insanda..
    Her tarla başından bir türkü sesi yükselir, her bahçede insanlar gayretle bel beller, tohum saçar, öğle vaktinde topluca oturur iştahla azıklarını yerlerdi.
    Bağ çubukları bu mevsimde ışkın verir, çiçi oğlağı dediğimiz ekşimtrak ot ise seyrek bulunurdu.
    Tuzla yufka ekmeğe katık olan hardala doyulmazdı.
    Çemen unuyla katkılı madımak yemekleri olmayana ızdırap çektirirdi.
    Kangallar gençken onlarca yese neresine yediğini anlayamazdı insan.
    Fiğ ve çoban kavurması dediğimiz kabuklu yiyecekler vitamin deposuydu adeta.
    Ekinler kellelenince iri başaklı Sarı Bursa buğdaylarından derlediğimiz demetleri yine saplarıyla yakıp külleri arasından kavrulmuş kellelerini tekrar seçerek bir kalbur üzerinde ovuşturup denelerini ayırırdık.
    Yarabbi o ne lezzetti.
    Bir kilo yerdik neredeyse.
    Yozgat’lı olup ta kim doymuş bu yiyeceklere.
    Öğlen saatlerinde çobanlar koyun sürülerini sağılmak üzere sahiplerine dağıtır yine ikindi üzeri toplar tekrar araziye otlatmaya götürürdü.
    İşte öğlen saatinde koyunlar geldiğinde çiğ süt ile yoğurtu karıştırıp Koremez dediğimiz bir yiyecek yapardık.
    Yanına turşu ile üzerine pişirilmiş yumurta dökülmüş pekmez, gerekirse yağlı omaç veya çökelek ve su serpelenmiş ekmek kırıntılarından yapılmış Mahmut Omacı yerdik.
    Çay birazcık lüx olduğu için milli içeceğimiz Çalhamayı köpüklüce tepemize dikerdik.
    Deri yoğurdundan dürüm, acı yağ ile pişmiş bulgur pilavını sulanmamış kuru ekmeklerin üzerine dökerek katlaya katlaya indirirdik mideye.
    Şimdi milletin hiçte hijyenik değil demelerine rağmen hastanenin olmadığı, olsa bile götürenin seyrek olduğu o dönemlerde hastalanmamamızın sebeplerini bu doğal besinlerdemi arasak, yoksa şehir stresleri, ast, üst ilişkisinin olmadığı serbest yaşamlı bağımsızlıklarımızdamı?