Yav bu işi hep bana yaptırırlardı. Ula ne kadar gıcık bir işti bilirmisiniz. Bizim samanlık hazın damının aradan geçen ince ve kör bir koridorun sonunda yer alırdı.  Her seferimde kafamı karanlık yüzünden bir yerlere çarpardım. Bir sürü tıstan böcüğü çıkardı samanların arasından. Gerçi zararsızdı ama ürperdiyordu işte. Yaklaşık 40 gübre naylonu dolusu kesmiği samanlıktan doldurur, avlunun orta yerine serer, kuruduktan sonra toplar ve yerini süpürürdüm.
    Harmandan kalkınca kış hazırlığının ilk tedariği ekmek etmekti. Köy kadınları büyük bir telaşa kapılırdı. Acaba elin içinde bu işten yüzümün akıyla çıkacakmıyım diye. Agrasif hitaplı organize hareketleriyle çocuklarını haşlar, kocalarına çemkirir ve büyük bir sorumluluğun hakkından gelme mücadelesine girişir görüntüsü içinde şaşkın ve huzursuz olurlardı. Yav ne gerek vardı bu kadar paniğe…
    Kulle deliğinin aralarına saman, ot, çul, çapıt ve lüzumsuz öteberiler girerdi. Bunları temizleyip, tandırın külünü aldıktan sonra itâ gerilir, ince eleklerle unlar elenir, kaba zavarları mallara yem olarak ayrıldıktan sonra çökelek suyuyla büyük teştlerde hamurlar yoğurulurdu. Bezi almakla görevli seri hareket etmek zorunda olan bir kadın, önlerindeki tahtalarda oklavalarla ekmek açan diğer kadınlara orantılı bir şekilde bezi yapıp kotelerdi. Ekmek açan kadınlarda birbirlerini tahmini bir takiple kıvamına erdirdikleri ekmek sarılı oklavalarını evirici kadına iletirlerdi.
    Elindeki yassı bir evrağaçla tandırde ekmek eviren kadın, yırtmadan, zedelemeden ve yakmadan pişirdiği ekmeği kat kat bir tahtanın üzerine döşerdi.
    Yav burcu burcu kokardı ekmekler. Bir saygı, bir samimiyet, bir muhabbet vardı.
    Yoldan geçenler bile çocukları salar, “Şurdan bi işli etsinler, bazlama etsinler çabuk len” diye tandır evlerine çocuk gönderirler
di.
    Talebe tafra yapmak ayıpların en büyüğü, bereketin düşmanı sayılırdı.
    Adam boyu ekmekler yapılırdı çocukluğumun köylerinde.
    Soğuk ve korunaksız kış günlerine en güzel ve en güven veren tedarik ekmek yığınları olurdu.
    Hilesiz, katkısız, binbir zahmet ve alın teriyle üretilen ekinin her tanesi kutsal sayılır, biri yere düşse üç kere öpülüp başa konulurdu.
    Bu yüzden çok lezzetliydi ve doyulmazdı.
    Ekmeğe katık edilen yiyecekler onun az veya çok yenilir olmasını sağlardı.
    Özellikle çemenle en az 3 tanesi götürülürdü.
    Sabah kahvaltılarında soba üzerinde gevredilerek çökelekle dürüm yapılması, sulanmamış kuru haliyle geniş bir sini üstünde üzerine pilav dökülerek katlana katlana yenilmesi, kırıntılarından tereyağ ile omaç yapılması, küçük tavada yumurta ile dönderme ettirilmesi de ekmeğin çok harcanmasına neden olurdu.
    Diyorum ya doyulmazdı mübareğe yav.
    Ekmek edilip bitince tandıra kabak atarlardı. İçlene içlene öyle bir pişerdiki kabaklar.
    Ertesi gün tandırın külü alınır, kulenin delikleri kapatılır, elekler yerlerine asılır, itâler çırpılarak ekmek destelerinin üzerine örtülür ve son olarak avludaki dokkü yerleri süpürülürdü.
    Dokküyü tavuklar bek teşerdi.
    Tıstan falan arar, keyfi teşeleyi teşeleyi daha geniş alanlara dağıtırdı namısızlar.            
    Mecbur tekrar temizleyip artanları torbalarla o dar ve karanlık koridordan kafamız çarpa çarpa geri yerine taşırdım.
    Çok sıkıldığım, çok zahmetli bulduğum bu sorumluluğumun güzel yanı ise ekmek edilmeye başlanınca işli, bazlama ve çay fasıllarıydı.
    Hele helede çökelikli işliler öyle bir sünerdi ki, birde guvermiş çökelik eline geçerse vay anam vay…
    Yozgat hatıraları insana hep iç geçirtir. Şimdi o güzelim köye ilçe merkezindeki fırınlarda üretilen ve seyyar arabalarla servis yapan esnaflar günlük mayalı, katkılı, elektrikle pişmiş bildiğimiz ekmekten getiriyorlar. 
    Köy yerinde göç ve kolaylık yüzünden yufka ekmek etme ekipleri mumla aranıyor.
    Ne ağzımızın tadı, ne dokkünün verdiği zahmet ne de beklettiği lezzet kaldı.