Modanın merkezi Alcı’da güz mevsimi olup harmanlar kalkınca Sorgun’da satılan buğdayların parasıyla gadife, pantul, laylun kilte ve dallama kazak alınırdı. Bolca alınan Amerikan kaput bezlerinden de don ve göynek dikilir, kreasyon tamamlanırdı. Gala gecesi, parti, defile, podyum gösterisi ve iş davetlerinin tüm giysileri bunlardı. Hemen hemende herkes üniformalıymış gibi bunlardan giyerdi. Bazı yüzü batıya dönük ve gelişmeye açık aileler gri tonlardaki keten melefelerden alır, iç giysilerini onlardan diktirirlerdi.  Çocuklar gadife pantul, laylun kilte ve dallama kazak çabuk eskimesin diye sıcak günlerde genelde don, goynek gezerlerdi.
Kimse kimseden utanmazdı. Çünkü herkesin elbisesi aynı veya benzeriydi. Sadece şeher çocukları gelince onlardan utanılırdı. Şimdi bile çocukluğumuzu yüzümüze vurmaya çalışan abuk sabuk tiplerden.
Don lastiği vazgeçilmez kemerdi. Lastik koptumu kendine uygun bir uçkur ara dur. Soğukkuyu ayakkabı da tam ayağına göreyse bağ bostan yolmak için tam donanımlı bir gerilla gibi istediğin mekana dal. Ulan yiyeceğin kaç gram ki goynu, koltuğu erikle, elmayla, hıyarla, kelekle doldururdun vicdansız… Gülüyoruz ama onlar bizim heyecan ve mutluluğumuzun temellerini oluştururmuş.
Herkesin kapısında inekleri, koyunları, atları, katırları, öküzleri vs. malları olurdu. O zamanlar köy yerlerinde omuz işçiliği çok olduğu için sığırcılıktan kazanımın düşük olduğu gerekçesiylel çoban bulmakta güçlük çekilirdi. Herkesin malları başına bela idi. Çocukları olan aileler evlerindeki büyükbaş malları alır ve mera arazilerde güttürürdü.. “Guvalı Çayırları” dediğimiz düzlük mekanlar sa en çok gidilen mal gütme yerleriydi. Hem mal güderdik hem de “Eşin Kim”, “Arayı Kestim”, “Komen”, “Gabara Cücüğü”, “Çelik Çomak”, “Komme Çelik”, “Diynek Doğüşü”, “Kız Almaca” vs. bir sürü oyun oynardık.
“Guvalı Çayırları”nın “Dıraz Yeri” mevkiinden beri gelen küçük bir deresi vardı. Berrak ve içilirdi. Ara ara gölmeklenir, yağış zamanlarındaki sellerle oyulan çukurlarında birikirdi. Adına ne coğrafyada, ne de etimolojide hiç rastlamadım ama herkes bu çukurlara “Cağaldak” derdi..
Cağaldakların dibi millenmiş bir çamur tabakasıyla kaplı olurdu. Yanına geli gelmez binlerce kurbağa atlardı içine. Küçücük bir taş atsan taş tabana ulaşı ulaşmaz koca cağaldak busbulanık olurdu. Ama bizler o cağaldaklarda bulanıklığa aldırmadan saatlerce çimerdik. Simsiyah bir su, çamur kaplı kafalar, kızarmış gözler, kuruyunca üstümüzden ufalanarak günlerce dökülen mil kalıntıları ve kirli bir vücutla evlerimize gelirdik.
Hasta olacaksınız oğlum, katran gibi cağaldakta çimilirmi geberesiceler….  diye büyüklerimiz azarlar ve bazen döverlerdi. Ama biz, “Gıpılının Cağaldağın” duruluğunu ilk ben bulandıracağım diye malı bırakır yarış halinde koşarak sabah, akşam, soğuk, kirli demeden saatlerce çamurun içinde çim babam çim.  Kurbağalar bile su kirlenince cağaldağı terk ederlerdi.
O zamanlar Guvalı Çayırlarının en geniş cağaldağı “Gıpılının Cağıldak”tı. Kafaları milli, gözleri kızarık ve kirli kirli dolaşan çocuklara Gıpılının Cağıldağın kurbağaları bunlar derlerdi. Köyde ozaman çoğunun lakabı, kurbağa, su iti, su tospağası, çömçe balığı, cağaldak camızı falan filandı. Lakaplardan kurtulmak için insanlar günlerce kavga, döğüş ederlerdi ya güçlü olanlar kurtulur, garip olanlar her uyuz ada layık kalırdı.
“Gıpılının Cağaldak”ta çimen ve evden azar işiticeği için milli kafayla gitmeye cesaret edemeyenler “Goyak Deresi”ni “Arpalık” ve “Beşpınar” boğazına bağlayan mekandaki Gıdı Bekirin pınara koşarlardı. Tabiiki babayiğit olanlar ancak o buz gibi olukta veya lülede çimebilirlerdi. Suya dokunu dokunmaz zıplatırdı. Buz keserdiniz adeta. Yalnızca kafayı  yıkamaya kalkışsanız beyniniz donuyordu.
Yıllarca çimdik Gıpılının Cağaldakta… Taa ki.. içinde Apılının eşşek geberene kadar. Günahını almayalım da Gışlanın mı, Sarıhacılının mı bekçileri, ekinlere dadandı diye zavallı eşeği cağaldağa kahmışlar, hayvancağız orda mile saplanarak boğulmuş. Kimse çıkaramadı da.. O yüzden o cağaldağı terk etmek zorunda kaldık. 250-300 metre kadar aşağısında çok milekli ve biraz daha küçüktü ama, Cinni Zabit ve Kipri Halisin çayırların altında bir cağaldak vardı orda çimmeye başladık.
Rahmetlik babam bana her seferinde öğütlerdi. Oğlum Cağaldaklarda çimme, Eğer çimerde milek olursan gel anan bi helke su koysun, evimizin sulukluğunda çim, hemide sırtını üfelletir yavrum… derdi. Çünkü ben çok zayıf ve çelimsizdim.
“Samoa Adaları”nda, “Karayibler”de, “Maldivler”de, “Maritus”’ta, her zaman rüya gibi diyerek anlattıkları okyanus ortalarında bulunan gözlerden uzak ama binlerce çeşit ikram, yiyecek, içecek ve alterfnatif aparatlarla süslü bol yıldızlı otellerde tatil yapanlar, yonca desenli gemi yüzdürülecek büyüklükteki havuzlarında yüzenler, para ve konforun ölçütü olmayan mekanların misafirleri acaba Gıpılının Cağaldakta çimmenin mutluluğunu hissedebiliyorlarmı?.
Borsada, tahvilde, repoda, albitraj işlemlerinde, aklımızın almadığı meşru veya gari meşru işlerde saati saatine katlamalı para kazanan, güney kutbu ve kuzey kutbunu imkanları ile evimizin odaları kadar yakın hisseden o  insanlar, bir bostanlıktan hıyar, kelek, şemşamer, üzüm çalmanın, onuda çokelik ve ekmekle yemenin keyfini ve doyumunu yaşayabiliyorlarmı?... Asıl rüya mekanlar, renkli yaşamlar ordaydı. Huzur ve mutluluğun, dostluk ve arkadaşlığın hasının yaşandığı yıllardı çocukluk günlerimiz....