1970'li yılların Eğriözü içinde dinazorlar saklansa görünmeyecek derecede yeşillik ve ağaçlıktı. Yol güzsergahları iki taraflı budanmamış iğde ağaçları ve akasyalarla doluydu. Herkesin çocuklarının rızkı bu mekanlardan çıkarılır, toprağa kutsal muameleler yapılarak nakış nakış işlenirdi. Mor sümbüllü bağların etrafları taş duvarlarla örülü olur, içleri tertemiz görülürdü. En ufacık sulak alanlar bile sebzeyle, yoncayla, çayırla değerlendirilir, aksi durumlardaki insanlar ise tembellikle, sorumsuzlukla ve çoluk çocuğunu umarsamazlıkla suçlanılırdı.
     Taşlıyerden, karacağaçlara doğru giden kıvrımlı yolun bitiminde, Soğla denen mekana dik bir falezden bakan İnkaya diye bir mekan vardı ki, Alcı Köyünden ayrılıp gurbete gidenler önce sevdiklerini, sonra da bu mekanları unutamazlardı. Gurbetten sılaya ilk dönüş bu mekanlara olurdu. Berrak Eğriöz çayının anafor oluşturduğu ve küçük bir şelalenin aktığı bu mekanda herkes burcu burcu kokan güllerin, çayırların ve çevliklerin içinden karınlarını ışılata ışılata atlayış yapan kefal balıklarını seyrederlerdi. Hele helede geniş pantolonlar giyilerek Eğriöz çayına inildiğinde oturarak balık tutmak dünyanın en neşeli uğraşıydı. Sarıbayırın alt kısmından, Kodallı Köyü'nün altına kadar bemberrak Eğriöz çayında balık tuta tuta neşeyle, bağırarak, hep heyecan, hep mutlulukla yorulduğumuzun farkında bile olmadan koşar adımlarla ilerlerdik..
    Kodallı Köyü'nün altından kavun, bostan, salatalık, ayçekirdeği, mısır vs. çalarak Müsellime kadar gelir, kurumuş bağ çubuklarından yaktığımız korlu ateşin üzerinde balıklarımızı közler, üzüm, çökelek, yufka ekmek, yeşil soğan, domates, biber gibi doğal aromalı, gübresiz, hormonsuz, ekolojik yiyeceklerimizi yer, akşama doğru köyün yolunu tutardık.
    O zamanlar en çok imrendiğim kişilerden biri de Anşe Bibi'nin yaşantısıydı. Anşe Bibi; kocası Çanakkale Savaşlarında şehit olmuş, genç yaşta dul kalınca kendini çocuklarına ve işine adamış yaşlı, ezik ruhlu bir kadındı. Soğla'nın tam üzerindeki hakim bir tepede bulunan tarlasını bostanlık etmiş, etrafı sur gibi iğde ağaçlarıyla kaplı bu mekanın içini cennete çevirmişti. Rahmetlik kocasının yaptığı gümüş pınar içinde şırış şırıl akar, şibileri havuzunda neşe içinde bağırarak yüzerlerdi. Tavukları, kedisi, kümesliği, keliği ve çoğu eşyaları bu mekanın içindeydi. Herkes koskocaman tarlayı köşk gibi döşemiş, hergün her tarafını süpürerek temizliyor diye konuşurlardı. Çok küçük bir çocuktum o zamanlar. Salatalıkların, bostanların, keleklerin, mısırların, domateslerin en güzelleri burada derlerdi.
    Çalmak için bir operasyon yapmak isterdim, ilginç köpekleri var ve Hızır Aleyhisselam bekliyor oraları diye de korkuturlardı. Bir gün mal güttüğümüz arkadaşlarımız üzüm yolmak, armut, kayısı, erik, elma çalmak, bostanlıklardan sebze aşırmakla görevli hırsız grupları oluşturdular. Devamı yarın
Ben de küçük olmama rağmen Anşe Bibinin bostanlıktan yeşil soğan, domates, biber, salatalık ve mısır çalmakla görevli gruptaydım. Küçüklüğümden dolayı hep ürkek ve arkadan geliyordum. Gümüş pınarın şırıltısı duyulacak kadar yaklaştık. Sürünerek iğdelerin arasından cennet gibi bir mekana girdik. Gümüş pınarın yanındaki süpürülmüş alana kilim serilmiş, tahtalı somya yapılmış, kazanlar, torbalar ve kişisel eşyaları vardı. Rengarenk şibiler güneşte günlenip kaşınıyorlardı. Altın sarısı gibi kayısılar yemyeşil ve dipleri kireçli gür ağaçların üzerinde parlıyorlardı. Armutlar dalından düşmüş ve ezilmişti. Domates ve soğan karıkları yeni sulanmış dimdik ve pasparlark duruyorlardı. Allah'ım galiba Cennet burası dedim. Hiçbir bitkiyi koparmaya ne arkadaşlarım kıyabildi, ne de ben. Ayak izlerimiz bile sanki o kutsal mekanı kirlendiriyordu. Yaşlı Anşe Bibi yastıklı tahtalının üzerinde uyuyor, gözüken emeklerinin nuru üzerinde dolanıyordu. Köpek havlamasıyla uyandı. Hiç birimize kızmadan gelin yavrularım diyerek bize torbalar dolusu kayısı, domates, biber, mısır, soğan, armut ve salatalık verdi. Buralara zarar vermeyin gelin benden isteyin ben koparır veririm diyerek şefkatli sözlerle bizi kapıdan uğurladı.
    Şimdi ne zaman Cennet sözünü duysam Anşe Bibinin bostanlık aklıma gelir. Ne zaman Hızır, ne zaman bereket, ne zaman nur diye bir söz duysam Anşe Bibinin emeği ve huzur kokulu bostanlığı aklıma gelir. Çocukluğumda geçen bu anılarımı yerinde anlatırken oğlum İhsan sordu. Neresiydi baba o bahçe diye. İşte burasıydı oğlum dedim. Sadece gümüş pınarın kırık duvarları ve yamuk lülesi vardı. Yer yer gözüken iğde kökleri ve el emeği örülmüş duvar örenleri duruyordu. Hiçbir ağacın, hiçbir yeşilliğin kalmadığı bozkır bir alan. Aşağıda devasa görünüşlü kirlenmiş Gelingüllü Barajı. Anlattıklarımla şimdiki haline inanamadı. Şaşkın şaşkın yüzüme bakarak Üzülme baba dedi ve kalktık kırık bir gönül, özlem dolu bir yürek ve ihtiyar bir kimliğe bürünerek Alcı'ya doğru yavaş adımlarla ilerledik.
    Cenab-ı Allah o engin gönüllü, cömert yürekli, nur yüzlü, Hz. Rabia ruhlu çalışkan kadını kendi bahçesinden daha güzel Cennetinde ağırlayarak sonsuz huzuruna kavuştursun. Ve Yüce Allahım her insana da Anşe Bibideki gibi doğa, bitki ve ağaç sevgisi aşılayıp Dünyamızda sevgi ve barış tohumları yeşertsin..Saygılarımla….