Kış günlerinin gaz lambası ışığında geçen uzun geceleri bizleri bazen canımızdan bıktırırdı. Koskoca günler gecesiyle, gündüzüyle bir evin içinde geçerdi . Arada sırada büyüklerin yanlarına takılır köy odalarının tatlı sohbetlerine iştirak eder, saatlerce onların ağzından askerlik anıları, dini sohbetler ve köyde geçen  hatıralarını dinlerdik. Tek lüksümüz de hemen hemen buydu. Ahırda koyunları, kuzuları, buzağıları sevmek, onlara saman dökmek, denk gelirsek arkadaşlarla kızak kaymak, kartopu oynamak diğer aktivitelerimizdi. Hastanenin uzak, ulaşımın zor, imkanların kısıtlı olduğu dönemlerdi. Bu yüzden baba ve anneler çocuklarını hastalanmasın diye sürekli evde tutmaya gayret eder bu da can sıkıcı durumlar oluştururdu.
İşte bu sıkıcı kış günleri bitip te baharla beraber kardelen çiçeklerinin arazilerde ışılaması hepimize bir umut, bir heves olurdu. Hemen arkasından sarı sarı çiğdemler çıkardı ki insanın içi hep ümit dolardı. Hayatı sever, iyiki yaşıyoruz derdik. Grup grup çocuklar çiğdem kazmaya giderler, cemekli deyneklerle saatlerce çiğdem kazarlardı. Buz gibi ama oksijen dolu tertemiz Yozgat havasında açık arazide gezerek pratiklik kazanırlardı. Günde en az iki öğün pekmez, turşu ve omaç ile karın doyar, katkısız süt ve yoğurt yiyerek  elma elma yanaklarımız olurdu.  
Sabah erken saatlerde kafadar arkadaş gruplarıyla anlaşılarak köyün uzak mekanlarındaki taşlık bozkırlara çiğdem kazmak için yola çıkılırdı. Yufka ekmek, çökelek ve kuru soğanlardan azıklar hazırlanır, yamalıklı sofra bezlerine katlanarak bellere sarılırdı. Kabanın kapşonun olmadığı, kreasyonların genelde iç göynek üzerine boğazsız kazak, altta kadife pantolon ve lastik ayakkabılardan oluşurdu. Boyunlar açık, ayaklar çorapsız ve sırtlar ceketsiz olurdu. Bu yüzden dayanıksız çocuklar çabuk enfeksiyon kapar, bademcikleri düşmüş, ısıtma tutmuş, keçeşmiş, hotu ağrıyor, guluç kahmış vs. gibi yerel adlarla anılan üst solunum yolu enfekiyonlarından kaparlar, kocakarı ilaçları ve tedavi yöntemleriyle genelde koyun gübresine gömülerek, yanık yağ içirilerek, kaya şekeri yedirilerek, üzerlik tüttürülerek ve boğazına et sarılarak tedavi edilmeye çalışılırdı. 
Çiğdem kazma gezileri sabahtan ikindiye kadar sürer, köye dönüldüğünde toplanan çiğdemler ikindi üzeri bir iğde çalısına dizilerek arkasında kalabalık çocuk gruplarıyla birlikte ev ev gezdirilmeye başlanırdı. Her eve gelindiğinde kapının önünde tüm çocuklar koro halinde ve yüksek seslerle şu tekerleme okunurdu…
“Çiğdem Çiğdem Çicecik,
 Ebem oğlu küçücük,
 Yağ verenin oğlu olsun,
 Bulgur verenin kızı olsun,
 Kız çatlasın ölsün,
 Oğlan yanımıza arkadaş olsun” 
Evin sahibi çocukları güler yüzle karşılar, bulgur veya yağ verirdi. Bazı zengin evler sızgıt, salça, soğan, vs. de veridi. Gidilen her ev ama her ev mutlaka bir şey verirdi. Hiçbir şeyi olmayan ev hemen komşusundan alır çocukları kesinlikle boş çevirmezdi.  
Toplanan yağlar, bulgurlar pişirmeyi kabul eden bir evde toplanır, çiğdemler soyulur ve pilavın içine katılırdı. Pilavın pişmesini beklemek ise apayrı bir zevkti. Bu süre içerisinde çelik, arayı kestim, dalya, yumuçma (Saklambaç), kemikçi kömükçü, eşin kim, ayakkabı döğüşü vs. oyunlar oynanırdı. Ev sahibinden birisi pilavın pişmesine 5 dakika var vs. gibi açıklamaları üzerine tüm çocuklar evlerine gider kendi yiyebilecekleri kadar ekmeklerini alır gelirlerdi.
Yarı soğuk, yarı güneş, yarı kuru, yarı yaş bir mekana genellikle evler çatısız dam olduklarından dam üstüne kurulan çul sofralarda tüm çocuklar heyecanla yerlerini alır, bol yağlı, bol çiğdemli pilavları geniş ileğençelere (tepsi) dökerek rekabet halinde sokumlamaya başlarlardı.  Yarabbi nerde şimdiki yemeklerde o lezzetler, nerde şimdiki yemeklerde o muhabbetler. Nerde o keyif, nerde o neşe…