Amerikan filmlerini veya gelişmiş bazı Avrupa ülkeleri belgesellerini izlerken dikkatimi eğitimle ilgili bazı şeyler çekiyor. Öğretmenler öğretilerini sohbet ortamında veriyor, uygar bir iletişim çerçevesinde çok detaya inmeden hayatta hep kullanılacak bilgileri anlatıyorlar. Tabiî ki daha sonra öğrenciler seçmiş oldukları mesleki alanlarında takviye dersler alarak ihtisaslaşıyor, yaptıkları kariyerlerini yönlendirici dünya ülkelerince akredite ettirerek bilim dünyasında saygın yerler ediniyorlar.
Biz ne yapıyoruz?. Matematik, fizik, geometri, fen bilimleri, detaylı tarih, zorlaştırılmış coğrafya, ne için yaptığımızı bir türlü öğrenemediğimiz sayısız deneyler, aruz kalıplarından başlayıp bölümlere ayırarak öğrendiğimiz çeşit çeşit edebiyat dersleri vs. vs.. 
Allah aşkına yüksek okulları dahi bitirmiş kaç kişi bana polinomlarla, tanjantla, kareköklerle  ilgili bir denklem çözebilir, kaç kişi Türkçe kurallara uygun bir kompozisyon yazabilir, kaç kişi arkaik dönemi, jura dönemini, kavimler göçünü, Reform, Rönesans, Feodalite, Sanayi Devrimi vs. gibi tarih olaylarını anlatabilir. Kaç kişi dünya klasiklerini okududa bize dünya edebiyatını ve akımlarını anlatır. Kaç kişi gezi yerleri hariç dünyadaki jeolojik oluşumları yeri ve zamanıyla söyleyebilir merak ediyorum. Yıllarca uyumuşuz, uyutulmuşuz yani…
Elbette bize öğretilenler çok güzel, çok kullanılır, insanı ilmen donatacak kaliteli bilgiler ama, birde insanın alt yapısı, istihap haddi ve yaşam standartlarını  düşünürsek bunların çoğu uçucu bilgiler değil miydi?. 
Canlıların yaşam alanlarını, üreme şekillerini, anatomik özelliklerini kısa ve anlaşılır bir şekle indirgeyip, tarihle ilgili kişisel detayları es geçerek milletlerin kaderini belirleyen büyük olayları ve nedenlerini, matematikte mesleki gereksinimler ve branşsal seçimler hariç her zaman kullanabileceğimiz temel bilgileri öğretselerdi. Hele hele de dille ilgili uygulamalı eğitimler verip, konuşan, yazan, eleştiren, ikna eden, dinleyen, anlayan, üreten insanlar yetiştirilseydi. Cahil mezunlar konumundan uzaklaşsak, aklımıza takılanları alanında uzman kişiler vasıtasıyla gidersek, yani tüm bilgilerimiz uçucu değil de kalıcı olsaydı…
Aslında bu yöntem daha kolaydı biliyormusunuz?. O zaman eğitim sistemimiz daha katılımcı, daha açılımlı, daha rekabetçi ve daha üretken olmaz mıydı? 
Söz konusu gelişmiş ülke filmlerinde görüyorum. Bu filmler yıllar önce çekilmesine rağmen öğretmen aynı sınıftaki öğrencilerine farklı farklı ödevler veriyor. Örneğin sen kelebekleri inceleyeceksin, sen iş makinalarını araştıracaksın, sen Kolombiya’yı tanıtacaksın, sen basit bir tasarımla yeni bir icat gerçekleştireceksin, sen şu konuyla ilgili şiir yazacaksın vs. vs..
Ödevini alan öğrenci kelebekle ilgiliyse ailesinden aldığı destekle kelebeklerin doğal yaşam alanlarına gidiyor, 1-2 hafta kamp kuruyor ve gözlem yapıyor, İş makinalarıyla ilgili fabrikalarda yetkililerle görüşüp seyrederek öğreniyor, diğerleri eğilimlerine göre dağıtılarak almış oldukları ödevleri hakkında araştırma yapıyor, elde ettikleri birikimlerini dillerinin yazım kurallarına uygun raporluyor ve öğretmenlerine sunuyorlar. Hem dillerini geliştiriyorlar, hem görgü ve deneyimlerini. 
Veliler, öğrenciler, okul yönetimi, ilgili toplum kesimleri hep birlikte hareket ederek, adaletli, rekabetçi ödül-ceza ve not sistemiyle nesillerini geliştirip ülkelerine kazançlar sağlıyorlar. 
Bizleri başarıya götürecek bu gibi eğitim programlarına ne zaman başlarız bilmiyorum ama bu kadar yükün altında bile sınıfını geçebilen, yüksek notlar alıp Avrupalı arkadaşlarıyla yarışabilen Türk öğrencileri dünyanın en zekalı ve en cefalı öğrencileri değil de ne... 
Büyük Atatürk’ün gençliğe verdiği öğütle, muasır medeniyetlerin önüne geçmek için her şeyden önce ve her şeyden çok eğitime önem vermeliyiz. Araştırmacı, uygulamalı, bilimi ve teknolojiyi iyi takip edip kullanan heyecanlı, donanımlı ve rekabetçi olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü en genç ve en dinamik nüfus bizim. İletişim ve bilim çağında yaşadığımız için yazıyorum…
Arz ederim.