Mavi beyaz yalnızlıklar uzayan yolların yüreğinde çoğalıyorsa ve ıssızlık içini ısırıyorsa sonu görünmeyen tünellerde, gözlerini yum ve ne olursun sus yalnızlığım…
Rüzgâr eğmişse gövdesini çayırların ve dallarını kırmışsa rüzgâr ardıçların; görülmüş müdür ki teslim olsunlar?
Satırbaşından yalnızlığım, ağır dostum, yaralı canım, bana hüzün kalanım ve en ücra noktalarda aşkımı unutanım; bir devir daha bitiyor ve bir nesil daha büyüyor acıların gölgesinde, aşkın gam halinde…
Ben sana her halimle gelmiştim, yalansız, dolansız ve dahası içimin çürüyen, sökülen astarlarını, yamalıklı hallerini, gövdemin bütün deliklerini, öylece, olduğu gibi, ne eksik, ne fazla söylemiş, öykünmüştüm yanında şu yalan hayata, ilk defa inanmıştım, sövmüştüm gelmişine, geçmişine…
Ah! Benim soytarı yalnızlığım, garip kalmışlığım, bir izmarite baka kalmışlığım, yalan hayatım… Vah! Benim kişiliği yerlerden yerlere vurulmuş yalnızlığım, takılıp kalmışlığım, bir sigara paketine dalmışlığım, sersefil hayatım…
Güven yalnız sende sallanmadı, inanç yalnız sende kaybolmadı, vefa bir sende yanılmadı, cesur bir sende korkmadı, doğruluk bir sende eğilmedi ve yalan bir sana mahsus olmadı yalnızlığım…
Kime döndümse sırtımı ve kime inandımsa şu üç günlük dünyada, önce menfaatleri geldi sonra hançerleri… Alışamadım, katlanamadım olanlara, sustum ama dayanamadım su sızdırmaz, ses geçmez gecelerde en çok benime, yalan ömrüme, geçip giden gençliğime, yakalayamadığım son şansım sevgime, bir de sen mi? Dediğim gülüme, en çok içime ağladım yalnızlığım…
Sararıp düşen yapraklar ve Zümrüt-ü Anka yalnızlıklar, yanan ateşlerin içinde küle dönüyorsa ve ikide bir ölüm gelip kapını çalıyorsa bilmediğin iklimlerde, içini al, kinini sakla ve bütün istismarlarının tasmalarını bağla ve ne olursun artık beni ısırma yalnızlığım…