Çocukluğumun Yozgatında çatısız dam evler olurdu. Karayapı ev dedikleri bu konutlar saman karışımlı çamurlardan tahta kalıplara dökülüp, kurutulmuş kerpiçlerden örülerek, üstlerine gırma denilen ağaç hezenler atılır, parelel olarak çalı, çipli, çitilgi döşenerek, çorak topraklardan bişirik atılırdı. Hazın damı olarak kullanılan mekanlara depe deliği, ikamet edilen yerlere de toplu (Pencere) konulurdu. Toplu konulan has odaya birde çırakmanlık yapılır, boya ile kenarlarına birde gül deseni çizilirdi. Kireçle badana edildikten sonra burcu burcu toprak ve kireç kokan çırakmanlık dekorlu, şömine ocaklı tahtalı sedirli bu odada kış günleri o kadar sıcak ve muhabbetli geçerdiki sormayın.
Damlara siyeç vurulur, orantılı bir akıntı verilerek yağmur suları avluya aksın diye birde çörten konulurdu. Kim yapıp satardı, nerde bulunurdu bilmiyorum ama yaklaşık 70-80 kğ.lık bir mermer rulo taş çıkartırlardı ki damlara hala aklım almıyor. Yağmur ve kar suları damdan içeri sızma yaptığında hemen evin reisi dama çıkar, loğ evini arkasına alarak damı periodik aralıklarla loğlardı. Dam toprağı pekişir, akıntı kesilirdi. Bazen sızma noktaları dakikalarca ritmik ayak basmalarıyla çiğnenirdi.
Kar yağardı ki o biçim. Doğa bereketli, insanlar çalışkan, verim dengeli ve ürünler katkısız. Yazı yaz gibi, kışı kış gibi yaşardık. Adam boyu karlar yağardı Yozgatımıza. Sıyırgılar alınır ve damlara çıkılırdı. Ahırın, samanlığın, havlunun, hayatın damları sıyırılır, birde süpürülürdü. Karlı aralıklardan dar bir şekilde açılmış koridorlardan geçilerek inek, dana, koyun, eşek pınar oluklarında sulanır, yerlerine tekrar bağlandıktan sonra samanları verilirdi.
Malların altı kurünür, gübreleri bohluğa atılırdı. Karla kaplı arazide aç kalmış serçe, sığırcık, saksağan, karacula, cırık vs. kuşlar mal pisliklerinin sıcaklıklarıyla erimiş bohluhlara sürü sürü iner ve teşelenirlerdi. Yumurtadan kesilmiş Mart’ı bekleyen tavuklarda o kuşların arasında bulunurlardı. İri, kesmik, tezek, yakacak yanan teneke sobaların muhabbetlerle sımsıcak olmuş bereketli yuvalarımızda toplunun önüne birikir teşelenen tavukları kuşları seyrederdik. Hareketlerimizden ürkü ürkmez en yakın ağaçlara uçup, hemen geri bohluhlara dönerlerdi.
Hep merak ederdim. Ayazlı Yozgat gecelerinde o zavallı kuşlar geceyi nerde geçirirlerdi. Umumiyetle karla kaplı coğrafyamızda bakımsız ve aç kalan o zavallı kuşlar buz tutmuş ağaçların kuytu köşelerinde birbirine girmiş bir vaziyette telef olarak canlı kalmaya çalışırlardı.
Çedeneli gavurgalar, hedikler, soba üzerinde yufka ekmek gevrederek çökelikli dürümler dürülüp, çayla, çemenle beslendiğimiz leziz ve doğal yiyeceklerimiz aynı tadı sağlıyormu. Kar aynı beyazlık ve berekettemi. 70-80 kğ ağırlığındaki o loğlar nereye kayboldu. Muhabbetli dam yapıların örenleri bile kaybolmuş, sevimsiz ve samimiyetsiz yapılar yükselmiş. Kimse giremesin diye yüksek duvarlı avlular, şahsa ait olduğunu gösterir aksesuarlar konulmuş.
Eskiden öylemiydi. Bir komşunun iniltisini duyan diğer komşu köyü ayağa kaldırır, bağırlarına basarak doktora gitmeden ruhen iyi ederlerdi. Paylaşmanın verdiği mutluluk ortak yaşanır, sefaletten tat çıkartılırdı.