Alcı Köyünün güneyine doğru 7 km kadar gittikten sonra (Şimdiki Gelingüllü Barajının kapladığı alan) orman gibi bir alana ulaşılır ve o yeşil dokunun içinde kaybolurdu insan. Sık  ağaçlar, çalılar, meyvelikler, üzüm bağları, sarmaşıklar geçit vermezdi bir adım. Yemşenler kuşburnular, erikler, ahlatlar, dağ armutları, cehriler adını bile sayamadığım binlerce ağaç ve bitki çeşidi ile kaplıydı. Zaten oralara insanlar girmekte güçlük çektiği için mevkii adları genelde Çetenin sıklık, Nurettinin Sıklık, Gomarların sıklık vs. gibi adlarla anılırdı.
Bu gür ve sık bitki topluluklarının arasında azamet ve berraklığıyla Eğriöz Çayı akardı. Eğriöz çayı genelde ağaçların arasında kaldığından gölgelikti. Ama Müsellim denen bölümünde menderes çizdiğinden o bölüm güneşlik ve net gözükürdü. Müsellimin en hakim noktasında Tuna Mahmut Dayının Keliği (Kulübesi) vardı. İçinde çayı şekeri, ekmeği, çökeleği, olur, biraz uzağında soğan, mısır, domates karıkları falan olurdu. Etraf göz alabildiğince üzüm bağları ile kaplıydı. Yozgat Yöresinde yetişen her meyvenin bol bol çeşitlerinden vardı. Müsellimin karşı tarafında ve bu tarafında kavun, karpuz tarlaları yani bostanlıklar vardı.
Hayal edebiliyorsanız cennet gibi mekanlardı oraları. Müsellim mevkiinin tepe bölümlerinden Eğriöz Çayında süzüle süzüle yüzen balıkları seyrederdik. Kuş türlerinin seslerinden ürperirdi insan. Zengin bir tabiat, bakir bir doğa, etrafta koşuşturan çalışkan insanlar doluydu.
Şimdi bu bölgelerde gölgesinde saklanacak bir ağaç veya çalıya rastlayamıyorsunuz. Ne bostanlık, ne bağ, ne bahçe.. Sadece ve sadece kocaman bir su kütlesi, yani Gelingüllü Barajı. Bir doğa ancak bu şekilde katledilebilirdi. Bir güzellik ancak bu şekilde yok edilebilirdi. Şimdi Alcı Köyüne insanın canı gitmek bile istemiyor. Hele hele de bu mevsimlerde iğde ağaçlarının yolun iki tarafını yüksekçe bir duvar gibi kapladığı Bağyolun’dan uzun bir yolculuk sonucu çayırların, eşmelerin arasından bağlara inilirdi. Bağların uzamış kolları bağ duvarlarının üzerinden altın gibi sarı üzümleri ışıldatır, binlerce meyve ve sebze çeşidinden tadımlık alarak bir mevsimde bir yıl yetecek vitamin depolardık. Çay yerine ayran, eşme suyu, ekşi, gübrelerle yetiştirilmiş görüntüsü farklı, tadı farklı meyveler yerine doğal, ekolojik, katkısız ve leziz ürünlerden tüketirdik.
Hayat ne kadar neşeliydi, ne kadar vefalıydı o zamanlar. Hayvanlarımız semiz, sularımız berrak, yemeklerimiz lezzetli, bal, pekmez, peynir, yağ vs. hepsi katkısızdı. Buğdaylarımız dolgun, insanlarımız olgun, ruhlarımız dingin, gönüllerimiz engindi.
Zirai ilaçların çevre dokusuna zarar verip, insanların tarım makinalarının otomasyonu ile işlerini kaybetmesi, ortakçılık ve icar gibi gelir tercihleri, üstüne üstlük Gelingüllü Barajının doğal güzelliği katletmesi neticesinde yerlerinden soğumasıyla büyük bir tembellik hastalığı ortaya çıktı. Gurbet eller daha çok adam çağırdı köyümüzden.
Şimdi diyorum ki, Gelingüllü Barajının kenarında bazı devlet kuruluşlarımızın önderliğinde meyve bahçeleri kurulsa, yoncalıklar, bostanlıklar oluşsa, sulama kanalları, tarım metodları, finansal destek gibi devlet sübvansiyonu ile insanlar yaşadığı coğrafyaları tekrar cennete çevirse, kaynak yoksa kaynak temini için fikir üretilse olmaz mı?. Gölet balıkçılığı, tavukçuluk, arıcılık, mandıracılık, baklagil üretimi, sebze meyve üretimi, seracılık gibi işsizliği, yoksulluğu önleyici projeler ve yanında turistik tesisler ve mesire alanları kurulsa.
Aslında bu söylediklerim hiç de hayal gibi görünmemektedir. Sadece ve sadece insanları bu konuda arza teşvik edip taleplerin karşılanması için belirli bir zaman diliminde proje üretmekten ibaret bir girişim.
Saygılarımla arz ederim.