Kime sırtımı döneceğim usta? Hangi duvara yaslanıp seveceğim ve hangi güneşin benim için doğacağını nereden bileceğim? Yok değil bu yağmur bulutlarını üstümden, alnıma sürülen kara lekeyi yerinden ve gözlerimden hiç gitmeyen acıları ömrümün neresinden sileceğim usta?
 Karanlıklarım gün aydınlanmalarını beklerken, seherin en erkeninden ellerimi açıp tevekkül ederken, böylesine çok sevip sayarken ve insanı kalbimin başköşesine oturtmuşken sana acıları reva görenlere, sövmeyip tir tir titrerken sonra avuçlarına oturmuş nice kalemi kırıp parçalarken, dünya böylesine hain hain dönmesini ertelemezken, olup biten her oyuna susarken, sana göre her şeye dayanmalıyken, soruyorum usta; bu taş duvarlar cismimi ezip geçerken, daha nereye kadar durmalı? Durmamalıda neyi? Nerede? Nasıl yıkmalı?
“ Çarşambayı sel aldı, o yâri sevdin el aldı…” Türküler bile senden yana değil, kalem kim? Kâğıt kim? Hiç biri belli değil? Sonra oturmuşlar “yaz” diyorlar… Neyi? Nerede? Görüntüleyip, dinleyip ve dahası sevip yazayım usta?
 Sevmeler hep mi uzak ve gelmeler sonu bitmeyen tuzak mı bizlere usta? Sahi bir kere daha tekrar etmeliyim değil mi bütün bunları?
 En baştan yaşayıp sevmeli mi dersin bütün olanları? Yoksa “çekip gitmeli” telkinlerinde, olanlara susların içerisinde erimeli, tükenmeli, sondada bitmelimi usta?