HALK musikimiz, özellikle de türkülerimiz, dünyanın en zengin ve renkli musiki kültürleri arasında yer alır. Bilinen, derlenen, söylenen türkülerimiz kadar belki de bilinmeyen, unutulan türküler de vardır. Çünkü musiki, diğer sanatlara kıyasla unutulmaya çok müsait bir sanat türüdür. Türkülerimiz hem nicelik hem de nitelik açısından çok zengindir. Son yıllarda türkü söyleyen, çığıran sanatçılarımızın sayısı gün geçtikçe artıyor. Bu durum halk musikimiz açısından sevindiricidir. Ancak sözüm onlara, bu sanatçılarımız korkarım ki merhum İbn-ül Emin Mahmut Kemal İnal’ın deyişiyle bilinmek için çalışıyorlar. Hâlbuki türkülerimizin niteliği konusunda özellikle ontolojisi üzerine yapılacak araştırmalara, farklı bakış açılarına ihtiyaç vardır. Bir zamanlar bütün gençlerin dilinde, radyolarda Türkçe sözlü hafif batı müziği parçaları aranjmanlar dolaşır dururdu. Artık kendi bahçemizdeki güllere çiçeklere bakma zamanı gelmiştir. İşte bu çalışma böyle bir ihtiyaca katkıda bulunmak için kaleme alınmıştır.
Sanat eleştirisi alanında çalışanlar bilirler ki ister zaman sanatı ister mekân sanatı olsun, bütün sanat türleri iki tabakalıdır. Bu heterojen, yapı gene bütün sanat türleri için, ontik bir zorunluluktur. Biçim ve içerik adıyla da bilinen bu iki tabaka;
Ön yapı (maddi tabaka)
Arka yapı (tinsel içerik) olarak sınıflanır.
Anlaşılacağı gibi ön yapı duygusal ve reeldir, bize verilmiştir. Buna karşılık arka yapı ise izleyiciye verilmemiştir. Ön yapı duyulur görülür, bazı sanat türlerinde elle dokunulabilir. Yani ön yapının, maddi olduğu için duyular yoluyla algılanması mümkündür. Bu nedenledir ki biçim ve içerik tartışması sanatçılar ve eleştirmenler arasında sürekli dile gelir. Arka yapıya eleştiri yoluyla, ontolojik araştırmalarla yaklaşılabilir. Arka yapı problematiktir; her dönem için, her izleyici için geçerli, kesin bir yorumlamasını tespit etmek mümkün değildir. Çünkü çoğu zaman arka yapı polifoniktir, yeni ve değişik yorumlara da müsaittir. Mesela ön yapı, musiki ve resim sanatlarında karşımıza titreşim olarak çıkar. Her iki sanatta kullanılan titreşim musiki de ses, resim sanatında renk olarak algılanır. Resim sanatında bir oktav titreşim (yedi renk) kullanılırken, musiki de duyulabilen titreşim niceliği on bir oktavdır. Belki de bu nedenledir ki, estetisyenler sanatların müselsel mertebelerini yaparken, resim sanatını musiki sanatından sonraya koyarlar. Görülüyor ki Aristo’nun iddiasının aksine, işitme fenomeni, görme olgusundan daha önemlidir ve belki de Hz. Mevlana, Mesnevi’sine bu yüzden “Dinle.” sözüyle başlar.
Sanat eserlerinde eserin algılanması duyusal ve reel olan ön yapıdan başlar. Ön yapının niteliği, zenginliği dinleyici ve izleyiciyi arka yapının tinsel içeriğini anlamaya teşvik eder. Ön yapı sanat elemanları ve bu elemanların birbirleriyle istendik ilişkilerinden meydana gelen sanat ilkeleriyle(tasarım ilkeleri) dikkat çeker, çekmelidir. Bütün sanat türlerinde kullanılan sanat elemanlarını saymak, bu araştırmanın sınırları içinde değildir. Sanat ilkeleri sanat ve sanatçıya göre, nicelik açısından az çok değişiklikler gösterebilir. Fakat bütün sanat çeşitlerinde bulunması beklenen sanat ilkeleri şunlara indirgenebilir:
Tekrar
Âhenk
Zıtlık-değişiklik
Birlik
Ön yapının sanatsal gücü, cazibesi öncelikle bu ilkelerde aranır ve görülür. Peki bu ilkeler, prensipler, tasarım ilkeleri nereden, nasıl ve kim tarafından icat edilmiştir? Sanatla uğraşanlar -ki bu ilkeleri bilenler- bunları kendilerinin bulduğunu sanırlar ve hatta iddia ederler. Aslında bu tasarım ilkeleri icat edilmediler. Bunlar tabiatta hayret gözüyle bakanlar için mevcuttur. Yüce yaratıcı, büyük tasarımcı bu ilkeleri, varlığı yaratırken, varlığın temeline koymuştur. İnsan onları sadece keşfetmiştir.
Hakkı biz bulduk deyu zannetmesin 
ashab-ı kâl
Cıylar çun erdiler dergaya humûş oldular, 
diyen Hayali Bey’in bu dizeleri vafi ve kâfidir.
İnsanoğlu bu tasarım ilkelerini hayretle bulmuştur. Hayret makamı Şeyh-ül Ekber’e göre (1165-1240) en yüce makamdır. Bilim, sanat ve dinin temeli hayrettir diyen Hegel (1770-1831) muhtemeldir ki Şeyh’ül Ekber’den etkilenmiş olabilir. Şimdi üstat Necip Fazıl’ın (1904-1983) şu dizelerini hayretle okuyalım:
Şeyh’ül Ekber diyor ki, 
en büyük makam hayret
İki bir, iki eder demek bile cesaret
Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette
Alim ki hayreti yok, ne boş yere gayrette
Türkülerin ön yapısı da daha önce saydığımız tasarım ilkelerinden meydana gelir. Tasarım ilkelerinin sayısı; sanatçıya, tasarımcıya göre az-çok değişiklik gösterebilir. Tasarım ilkeleri önemlidir, yalnız sanatsal tasarımlar için değil evreni anlamak için de gereklidir. Mesela bunlardan birliği ve birliği oluşturmaya yönelik tekrar ve ritmi düşünelim. Kur’an-ı Kerim’de Yasin Suresi’nin 38-39. ayetleri ne muhteşem ve düşündürücü delildir.
Tasarım ilkesi de bu anlamda ayrı ayrı incelenip açıklanabilir. Konuyu sınırların dışına çok taşırmamak, birliği bozmamak için türkülere, türkülerin arka yapısına tinsel içeriğine dönelim. Türkülerin arka yapısı özetle ve ana çizgileriyle şu temaları işler.
Aşk (Hayret)
Ayrılık (Ölüm)
Şimdi bu temalara biraz daha yakından bakalım. Aşk (ki sarmaşık demektir), hayretten doğar. Fuzuli’ye göre;
Aşk imiş âlemde her ne var ise
İlim bir kıyl u kâl imiş ancak.
Yunus Emre ise şöyle der:
Aşksızlara verme öğüt
Öğüdünden alır değil
Aşksız adam hayvan olur
Hayvan öğüt bilir değil
Çok yönlü bir kişiliğe ve yeteneğe sahip Yozgatlı Mehmet Hayrullah Efendi(1855-1916) aşk konusunda şunları söyler:
Yani bi sevda olan şirin nazar olmazmış
Aşk imiş Ferhat’a sengistanı sahra gösteren
Ve bizim sözümüz ise şudur: “Her insan bir kutlu aşkın meyvesidir,  zinhar insan olan bunu, aslını unutmaya.”
Aşkı olmayan, âşık olmayan insan bir ömür boyu bi kes, zavallı başarısız, varlığı bile zaittir, gereksizdir. Aşk parantezinin içi çok geniş tutulmalıdır.
Aşk öldü diye sala verirler
Ölen hayvan durur âşıklar ölmez.
Doğaldır ki aşk hayretten doğar, aşk olmadan meşk olmaz. Âşıklar hak ve halk âşıkları, aşkın mertebelerini anlatırlar. Aşk, âşıklar, hayret sahipleri insanlara sanki şöyle söylerler.
İbret gözüyle berk-i dırahtan-ı sebze bak
Hüşyar olunu her varakı bir ceridedir.
Türkülerin arka planında ölüm ve ayrılık ortak bir paydada yer alırlar. Ölüm ve ayrılık. Sonuçta ikisi de ayrılıktır. Aslında Türk sanatının paydası ayrılıktır. Evet, her ölüm bir ayrılıktır, ancak ölümün tesellisi var, ayrılığın yoktur.
Pir Sultan Abdal’ım içtim cür’adan
Okudum ağını bilmem karadan
Yeri ğöğü cümle âlemi Yaratan
Ayrılık derdinin dermanı nedir?
Hz. Mevlana Mesnevi’sine ayrılıktan şikâyetle başlar ve ölüm için şöyle söyler.
 “Cenazemi gördüğün zaman, firak, ayrılık deme, benim kavuşmam işte o zamandır. Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumundan şüpheye düşüyorsun?”
Mevlana ölümü bir şeb-i arûz, düğün gecesi, vuslat, kavuşma olarak niteler. Kur’an-ı Kerim’e göre her canlı ölümü tadacaktır (Kur’an-ı Kerim 55/27). Fakat bu bir tür aslına rücu etmektir, vuslattır, kavuşmadır. Ölümün tesellisidir, tekrar mülaki olmaktır, Bezm-i ezelde. Ya ayrılık? Onun tesellisi var mı? Ebedi ayrılık, kavuşamama korkusu ölümden beterdir.
Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile
Bitmez bir özleyiştir ölümden beter bile
İşte bu yüzden ayrılık ölümden elli gram ağırdır. Sokrates “Eğer ölüm önce giden dostlara kavuşmaksa, beni tekrar tekrar öldürün.” derken ölümle ayrılığın mukayesesini yapar ve seve seve ölümü kabullenir.
Türküler ölüme, ayrılığa, aşkın ıstıraplarına karşı bir tesellidir, avunmadır. Kimi zaman isyandır. A. H. Tanpınar’a bakarsak, türküler Anadolu insanının hayat hikâyesidir. Tanpınar başyapıtı olan Beş Şehir’de Erzurum ve Erzurum türkülerini anlatırken bizzat kendisi de türküleşir.
Şimdi türkülerin ontik yapısına biraz daha yakından bakalım. Çağdaş ontolojiye göre varlığın tepesinde yer alan üç çeşit tin vardır. Bunlar aşağıdan yukarıya şöyle sıralanır.
1. Kişisel tin
2. Objektiv (ortaklaşa) tin
3. Objektivleşmiş tin
Kişisel ve kollektiv (ortaklaşa) tinler amacına uygun maddede kendilerini gerçekleştirerek, objektivleşmiş tinsel varlık (sanat eseri) hâline gelirler.
Kişisel ve kollektiv (ortaklaşa) tinler canlıdırlar. Her ikisi de bir uygun maddede tortulaşıp kendilerini ifade ederler. Ancak objektivleşmiş tin canlı değildir. Bir maddede tortulaşan, canlı tinden kopan tin canlı değildir. Mesnevi’de nesnelleşen Mevlana’nın kişisel tini Mevlana’dan kopmuştur, çözülmüştür. Mevlana’nın reel varlığı (maddesi) bitmiştir, fakat ondan çözülen tini sonsuzluğa ölümsüzlüğe kavuşmuştur. Bu durum, tüm sanat dünyası için böyledir.
Türkülerimizin öznesi, bizzat Anadolu insanı, Türk halkıdır. Yahut Anadolu insanının kollektiv, ortaklaşa tinidir. Türkülerin öznesi Türk halkıdır, dolayısıyla türküler Türk insanının nesnelleşen ruhudur. Bu nedenledir ki, türküler hepimizindir, “benim”’den çok “bizim”dir; “ben”den ziyade “biz”dir, tıpkı halk oyunlarımız gibi. Bestelenmiş türkülerden çok anonim türkülere olan düşkünlüğümüzün nedeni bu olmalı. Sadettin Kaynak (1895-1961) “ben bestelerim, halkım son şeklini verir” sözüyle bir bakıma ortaklaşa tinin gücüne, kalıcılığına işaret etmektedir. Bu yüzdendir ki birçok bestesinde halk türkülerinin kokusunu alırız ve bu nedenle onun eserlerini daha çok severiz.
Kişisel tinin ürünleri “biz”i “ben”e, türküler ise “biz” e götürür. Biz ve ben hangisi daha düşündürücüdür? Hangisi daha anlamlıdır ve güçlüdür? Halı ve kilimleri mukayese edelim: halılarda çoğu zaman kişisel tin dokunur, kilimlerde ise ortaklaşa tin! “Biz”de birbirimize daha yakın, daha dost, daha sevgili, daha güçlü ve zengin değil miyiz? Anadolu maceramız “ben”den çok “biz” in eseridir. Türkülerimiz de öyle. Türkülerde dile gelen “biz”dir. Hadi hep beraber bir türkü çığıralım!
Karacaoğlan der ki kondum göçülmez
Acıdır ecel şerbeti içilmez
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
*Mart 2012 Türk Yurdu Dergisi