Belki de kabullenmek ve her şeyi anlamak, ansızın çekip gitmene, sonsuza kadar susmak gerekirdi…

Masumdun, en güzel ağlayan ve en güzel sarılan gerçek sendin, şu anlamsız zamanlarımda tek anlamım, tek isteğimdin, beni böyle sokak köpeği gibi terk edip gitmeden önce…

Kaldırım taşlarında demleniyor yağmur, yağmur iliklerimde, yüreğimde içleniyor ve göz yaşlarımla diniyor sensizliğin dar bahçelerinde. Oysa ki uçsuz bucaksız yolların, ovaların, kırların çocuklarıydık ve tükenmek bilmeyen ezgilerin has meyveleriydik biz…

Belki de susup razı gelmek ve ne söylersen söyle inanmak, sırtımdan vurup dönmene, ölsem de çıt çıkartmamam gerekirdi…

Samimiydin, en güzel yalan, en güzel hayal ve yaşadığım anlarımda en sahici sendin, yüreğimi böyle çırılçıplak sonra beni yalanlara alıştırıp gitmeden önce…

Karlar düşüyor Ankara’ya ve sen yine yoksun sevgilim… 

Gittiğinden beri sensiz kaç kış, kaz yaz geçti? Hiç sordun mu yüreğine? Ve hiç merak ettin mi? Bensiz ne yapar? Ne yazar? Sonra öldüm mü? Kaldım mı? Yaşıyorsa bütün kötülüğüme rağmen döner mi? Diye…

Şimdi senle, el ele, göz göze yürümek vardı Ankara’da. Şimdi senle kardan adam yapıp sabahlara kadar çocuklar gibi şarkılar söylemek vardı. Ankara ve ben varız sonra karda var fakat bir sen olmayınca eriyor her şey, olmuyor hiçbir şey...