Anadolu korku hikayeleriyle doludur. Cinlerin, goncolosun her an karşımıza çıkacağını sanıyorduk. Babanızın, annenizin sesini taklit ederek size kapıyı açtırıp sırtına alıp gideceğinin anlatıldığı korku hikayeleriyle büyüdük.

Bir radyomuz vardı Aga marka. En çok saat 13.00'de “Ajans” dinlemeyi severdik. Haberlerin ardından “Kıbrıs Saati” vardı. “Yavru Vatan Kıbrıs'ta vatani görevini yapanların” isimleri sayılır, memleketlerine gönderdikleri selamları ulaştırılırdı.

MİNİBÜSTEKİ VALİ

Devletin yatılı okullarında öğrenim gören, sonunda kaymakamlık, valilik, İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı, Süleyman Demirel döneminde Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu Başkanlığı, Danışma Meclisi Yozgat Üyeliği yapan ağabeyimiz Fahri Öztürk geldiği her makamı Cumhuriyetimize borçlu olduğunu söylerdi. Annesi, iki kız kardeşi okuma-yazma bilmeyen Fahri abi, bütün sınıfları iftiharla geçtiği için köye geldiğinde babam çalıştırmaz, o gelecek yılın ders kitaplarını getirir, bir üst sınıfın derslerine hazırlanırdı.

Gelelim Refik ağabeyime. Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. “Avukatlık bana göre değil” deyip kaymakam oldu. Sonra Bilecik, Niğde, Erzincan, Manisa valiliklerinde bulundu. Ne zorluklarla, ne sıkıntılarla okuduğunu bir o bilir, bir babam. Devletini, milletini yürekten seven bu vali, devletin aracını kullanmamak için toplantılara otobüsle gelip giderdi. Tatile gittiğinde, minibüste kimlik kontrolü yapıldığında polise, vali kimliğini gösteren Refik Arslan Öztürk'ü, minibüsten indirip polis aracıyla istediği yere götürmek istiyorlar. Bu olayı, savurganlığın asla bu kadar olmadığı o yıllarda Cumhuriyet Gazetesi'nde, Tercüman'da okumuş, Hürriyet'te “Böyle valiler de varmış” manşetiyle gururlanmıştık.

Köyün yükünü o çekiyor, zor işlerini hep Fevzi Öztürk ağabeyim yapıyordu. Meğer, o küçük yüreği ne korkular yaşamış, onlardan bazılarını “Korona günlerinde” öğreniyorum. “İnsan yaşanmış sıkıntıları niçin unutmuyor?' derseniz, sıkıntılar dalında olgunlaşmış meyvelere benziyor. Durdukça ballanıyor. Şimdi onlar, yüreğimde birer hatıra” diyor.

AT ÜZERİNDE AĞLAYARAK

Refik Arslan Öztürk de, Fevzi Öztürk de korku hikayeleriyle büyümüş. Yozgat'ın Sarıkaya ilçesine bağlı Akbucak Köyü'nde doğduk, doyduk. Hepimizi doyuran yer soframız hala köydeki evimizde duruyor. Her yıl bir günlüğüne de olsa o yer soframızın etrafında oturup yemeğimizi yiyoruz. Babamızın yerinde, şimdi Fahri ağabeyim oturuyor. Köyümüzün bir fotoğrafını gönderdiğimde Refik ağabeyimden gelen kısa not yüreğimi burktu. Şunları yazıyordu:

“Daha küçücüğüm. Babamın terkisinde atla gidiyoruz. Babama sıkıca sarılır, uyku mahmurluğuyla rahvan giden attan düşmemeye çalışırdım.  Alişar Höyüğü'ne gidiyoruz. Şose yolda tozu dumana katarak gelecek her hangi bir kamyona babam binecek, Sorgun ya da Yozgat'a gidecek. Bir aracın ne zaman geçeceği belli olmaz. Kamyon geç gelirse karanlığa kalmaktan korkuyor endişeleniyorum. Kamyon geldiğinde babam beni ata bindiriyor, kendisi de kamyona biniyor. “Uğurlar olsun” diyerek düşüyoruz yollara.

Alişar köyünün köpekleri beni korkutuyor. O küçük zağarlar atın orasından burasından ısırmak istiyorlar. At, ürkse beni sırtından atsa… O korku ve endişeyle ağlıyorum. ‘Ağlama ağlama, korkma korkma' çığrışmaları kâr etmiyor. Benim küçük canım ilkokulda bile değil, laf dinler mi? Zayıf, hastalıklı çocuktum. Yaşıtlarımla oynamak yerine ahırdaki bir musula gizlenir güvercinlerimizi izlerdim. Avluda koyunları-kuzuları sever, pınarın başında yıkanan buğday kaçkınlarının peşine düşen tavukları, ördekleri, kazları seyrederdim.

TÜRKÜYÜ HECELİYORUM

Alişar köyünü çıkınca,  Sivri köyünün kumluğuna kadar düşüyorum bozkıra. Türkü söyleyerek, rahatım, endişesizim. Kumluktan sonra Selimli köyünün bağları başlar. Yolu ağaçların gölgesindedir. Arada bir güneş görünür dalların arasından. Issızdır yol. Bir kuş uçsa dalında dallar çatırdar, at ürker, hızlanır. Bekçi nal sesleri üzerine ‘ Geliyom ha, geliyom ha' diye korkuyu verir. İğne deliği bulsam oraya saklansam keşke. Dor atımız kulaklarını dikmiş, ağzındaki gemi kemiriyormuşçasına sinirli. Yine türkü söyleyeyim, korkuyu yenmek için. Ama çenem birbirine vuruyor, titriyorum. Bu yüzden türküyü heceliyorum.

Bağların başındaki bizim tarlayı dönünce yine rahatlıyorum. Değirmene kadar yol açık. Nasıl olsa köye geldim diye içim rahat. Bekçi Sato dayı sonrasında da cinni dereyi geçmek gerekiyor. Dayım Faik Ersoy anlatırdı, cinli dereden gece geçerken atın kulaklarının yandığını. Neyse ki akşamın karanlığına kalmadan eve geliyorum. At da ben de ter içerisindeyiz. Annem ‘sağ salim geldin' deyip başımı okşuyor.

HA AKTI, HA AKACAK

Keşke büyümeseydim. Vefat eden babamı, annemi, ablamı, akrabalarımı, köylülerimizi ve de Akbucak'ı özlüyorum. Dor atın hatırı yalnız bende değil, tüm ailemizin üzerindedir.

Ağabeyimin bu notunu okurken, korku hikayeleri, kendi yaşadıklarım da aklıma geliyor. Gözlerim doldu. Ha aktı, ha akacak…