ANKARA'dan çıktık yola.
Bu özel yolculuğu çok sevmiştim.
Keyfimize diyecek yoktu. Arabanın teybine Yöremizin sevilen mahalli sanatçısı. Osman Köseoğlu’nun kasetini koydum, bende hafif hafif mırıldanarak eşlik ediyordum.
Yol boyu gördüğümüz pınarlardan su içip, ellerimizi yüzümüzü yıkıyorduk.
Bir taraftan da Rabbime şükrediyordum.
Ayrı düştüğüm hanımımı da düşünerek.
Keşke O da olsaydı... Diye sessizce dua ederek...
Onu da mutlu et ya Rabbim, diyordum.
Çok kahrımı çekti, o da hak etti böyle mutluluğu.
Ben mutluyum, diyormuş.
İstediği kadar mutluyum desin, “Er ekmeği meydan ekmeği, baba ekmeği zindan ekmeği.” hangi şartlarda… yaşadığını biliyoruz.
Bu tatlı ve hoş yolculuktan sonra vilayetimiz olan Yozgat’a geldik. Yozgat’ta bulunan akraba ve dostlarımıza şöyle ayak üstü uğrayıp gönüllerini aldıktan sonra, çarşıya uğrayıp köy için yiyecek-içecek bir şeyler aldık.
Karga köyüne doğru yola çıktık.
Topçu, Gökçekışla, Osmanpaşa, Yenice köy derken Karga köyü göründü.
Ne güzeldir bizim köyler, zenginiyle, fakiriyle... Burnumda tüttü, çok özlemiştim.
Halamların evine varmadan, mezarlık yolumuzun üzerindeydi, Rahmetli babamın mezarına arabayı yaklaştırıp, birer Fatiha okuduk. Oğlum Adil’e dönerek:
 “Bak oğlum, ben Babamı Atamı… hiç bir zaman unutmadım, sen de babanı, dedeni yani  atanı unutma.” deyip halamların eve doğru yöneldik
Ve eve geldik. Halam, çocuklara:
Koşun iki lüleli pınardan su getirin, dayınız, halanız içip, elini yüzünü yıkasın.” diyor. Bir taraftan da birbirimize sarılıp, öpüşüp hasret gideriyorduk.
Götürdüğümüz hediyeleri.  Çocuklara vererek, onları da sevindiriyorduk.
Onlar da boş durmuyorlar, oğlum Adil’i de yanlarına alıp bahçeden erik, kayısı getiriyorlar.
Akşam olmuştu. Bizleri gören, duyan -hoş geldin-e geliyorlardı.
Halam bizleri çok seviyor, sevgisini de eline ne geçerse: “Gurban olduğum şunu ye,  şunu iç...” diye zorluyordu. “Halam, biz de seni çok seviyoruz, ama bu verdiklerini hepsini birden yersek perişan oluruz. Bizim midemiz böyle temiz, böyle taze yiyecek ve içeceklere alışık değil. Sen üzülme, rahat ol, Allah kısmet ederse azar azar hepsini de yeriz.”
 Ben yemezsem, kardeşime gidiyor:
 “Ağabeyin yemiyor sen bari ye.” deyip ona yedirmeye çalışıyor.
Birilerine bir şeyler ikram etmek ne güzel. Gelen misafirler bizlere:
Siz yoldan geldiniz, yorgunsunuzdur.” diyerek gittiler.
Yer yatakları yapıldı. Çocuklar, yerde yastıklarla şakalar yapıyorlar. Eniştem, yattığı odadan bağırarak:
Gurultü yapmayın, uyuyamıyoruh çocuklar!” diye ikaz ediyor.
Mutlu olmak, neşelenmek, çocukluk ne güzel... Hele bir de karnı tok olursa... Oyun oynayacak imkan ve şartları olursa, dünya umurlarında bile değil.
Çocukların taşkınlıkları bana kadar ulaşmıştı.
Çocuklara seslenerek:
Bu günlük bu kadar yaramazlık yeter, şimdi eniştem gelir, delinin… biridir canınızı sıkacak bir şeyler der. Onun için duanızı edin, yatın. Sabah yapacak çok işleriniz var.” dedikten sonra, eve birden gecenin sessizliği çöktü.
Herkes uyuyordu. Benim henüz uykum yoktu, istesem de uyuyamıyordum.
Çünkü o günün hesabı vardı. Evet, o günün karı, akrabaları ziyaret ederek köye gelmiştik. Eniştem, halam, çocuklar çok sevinmişlerdi. Daha da önemlisi, mezarlığa gidip, babamıza, gariplere… dua etmiştik.
Evet, Rabbime şükür. Dualar edip, uyumaya çalışırken, eniştemin horlamaları da dinmek bilmiyordu.
Köyümüzün bahçelerindeki ağaçlardan gelen hışırtılı sesler, kesik kesik öten gece kuşu benim yol yorgunluğumu alıyordu.  Bu düşüncelerle uyuyup kalmıştım.
Sabah ezanıyla uyandık. Köy gezimiz başlamıştı. Başlamıştı diyorum, çünkü… daha önce geldiğimde ben engelli olduğum için beni köyde gezdirecek kimse yoktu.
Şimdi ise halamın çocukları büyümüşler. Çocuklar beni gezdirmek için sabırsızlanıyorlar, benimle gezmeyi çok istiyorlar, ben de gezmeyi istiyorum.
Halamın tandırda yapmış olduğu sıcak sıcak çöreklerle kahvaltıyı yapıp birde sigara yakarak köyü seyrediyordum.
Oğlum Adil elinde bir yumurta:
Baba bak, tavuk yeni yumurtladı sıcak sıcak, ben bunu pişirip yiyeceğim. Baba, tavuğun biri de bir sürü yumurtayı altına almış, kimseye vermiyor.” diyor.
Adil’i yanıma alıp:
Bak oğlum, o yumurtaları halan bilerek tavuğun altına koyuyor. O gördüğün tavukta yumurtaların üzerindebir süre yatarak civciv çıkartacak.” diyerek, o tavuğu rahatsız etmemesini söyledim.
Arkadaşlarının yanına gönderdim. Eniştemle kardeşim, köyün içine gezmeye gitmişlerdi. Onlar geldiler, yanların da bir de misafirleri… vardı.
Misafirleri, senelerdir görmediğim bir ağabeydi. Küçükken ağrıyan gözlerine iyileşsin diye, fare eti sarmışlar. Sonunda gözleri kör.. olmuş. Ona köyde Kör Mehmet derler.     
Mehmet ağabeyle kucaklaşıp, senelerin hasretini gidermeye çalışıyorduk. Babası ve annesinin vefatından sonra bir tanıdığın uğraşlarıyla, İstanbul Büyükşehir Belediyesin’e ait bir huzurevine… yerleştirirler. O da senede bir ay izine çıkarak bizim gibi koşarak köye gelir.
Bazıları: ”Ne vardı bu köyde, gidecek başka yeriniz yok mu?'' diyorlardı. Bizim bildiklerimiz, bizim hissettiklerimiz, ah bir bilseler, ah bir anlasalar... Bu soruları sormazlar.
Mehmet ağabeyin bembeyaz sakalları uzamış, sanki elinden, yüzünden nur damlıyor. Ördüğüm çoraplardan ona hediye verdim. Birbirimize hayrı tavsiye ederek sohbet ediyoruz. Arada sırada eniştem, Mehmet ağabeye takılıyor. O da enişteme:
Akıllı ol oğlum, akıllı. Eskiden de Deli İsmail’din, yine aynısın, yine aynı.”  Eniştem söylenenlere aldırmadan, yine şakalarına devam ediyordu. Mehmet ağabey müsaade isteyip yanımızdan ayrıldı.
Evet sevgili dostlar…bu tür… sevgi dolu ziyaretleri ara ara buradan yazarak.
Memleket aile eş dost akraba bağının koptuğu şu günlerde kısada olsa anlatmaya çalıştım.
Sizlerde deneyin çocuklarınıza torunlarınıza bu güzellikleri yaşatın.
Selam ve dua’larımla.