Velhasıl seni özlerim. Kabuk bağlamayan gecelerde kalmışım. Yaram gemi  kopartmış aymaz, iflah olmaz sancılara koşuyor.
    Üzüm gözlüm; nice geceler var ki yanında olmak isteyip de olamadığım, sevinçlerimi hüzünlere bağladığım… Ve aslını kendime bile itiraf edemediğim nice bakir korkularım var.
Biliyorum aşk cesaret ister ve aşk her şeye rağmen olmayı, bütün koşulları zorlamayı ister. Çok isterdim koşulları kırmayı, sana her gece koşup koşup sarılmayı ama biliyorsun ellerim ayaklarım prangalar içinde ve biliyorsun kan sızdırmayan yaraları. Öyle ki şah damarın kesilse bir damla dahi akmaya hakkı yok. Biliyorsun gözlerine vurulduğumdan beri şah damarım kesik…
    Bilimin ve ilimin hatta irfan sahibi olmanın, bilge kişiliği yanında aşkın hiçbir değeri yok… Sonra Hz. Ömer'in adaleti, Hz. Ali'nin kılıcı Hz. Hamza'nın sadakati malumalin bu asırda hiçbir yerde yok, yok aşkın içinde dünün ilmi, irfanı, bilgesi…
    Üzüm gözlüm, “nede çok şey anlatıyorsun” diye kızma, “ yine laf ebeliğine soyunmuş aşkın yalan sözleriyle tümceler kurma” deme. Ben ki bilgisiz nice “bilgeyim” diyen aşklar gördüm, nice cahil, sevginin çemberini daraltan, her şeyi kendinden yana çeviren, bir koyup bin almaya çalışan aç gözlüler gördüm. İşin enteresan tarafı hepsi sırılsıklam aşıktı. Hepsi parmaklarımı şıklatsam dünyayı ayaklarıma sererdi. Dünyamı başıma yıkıp ta gittiler. Üzüm gözlüm o enkazlarda aşkım kaldı, azmim kaldı ve aşka bütün inancım…
    Şimdi “gel bana” diyorsun. “İki bardak çay içelim…”  Kim istemez şekeri sevgilinin dudaklarından karışmış, buharı gözlerinden ve demi muhteşem sohbetinden kaynamış iki bardak çayı? Fakat zehir karışmış şu köhne yaşantıma fakat acı bulaşmış şu aciz nefesime ve ne deyimlere ertelediğim masum aşkım, iki bardak çaya hasret kalmışsa nice fakatın ve amanın içinde maalesef kaybolur gider.
    Dilerim aşkın korkusuz çocuğu kalırsın, dilerim ezan seslerinde açıldığında ellerin göklere, aşka dair bütün duaların kabul olur üzüm gözlüm…
    Halim kötü
    Sineyi gönlünde bir lahza hatıramız kalmadı mı sevgili? Bütün şehri giydiren katran karası gecelerimizi, o muhteşem sevişmelerimizle aydınlatan ipekten yumuşak dokunuşlarından bir katrede mi kalmadı sevgili? Ve sevgili gözyaşlarımızla büyüttüğümüz o büyük aşkımızdan hiç mi hiç bir şey kalmadı?
Gümüş kesiği bir yaraydı bizimkisi ve ne zaman kanasa sana hasret düşerdim. Hiç istemezdim kavuşamayan kalplerimizin kanamasını ama nasıl olur bilinmez bir kaza her defasında musallat olurdu başımızda sonra çöküp kaldırımlara ağlardık sevgili…
    Halim kötü güzelim, beyaz ölmüş bilelim
    Kalbi kara güzelim, güneş sönmüş bilelim…
    Gittin külde ateştim, söndüm karda güneştim…
    Sustum dilde ateştim, öldüm sende güneştim…
    Hem çok sever, hem de sürekli kavga ederdik. Bu kavgalar bazen can yakmalara uzanırdı. Öyle ki, bazen dağıtırdık her şeyi ve o her şey dediğimiz bütün şeyler kırılır giderdi ama biz gidemezdik. Neydi bizi ayakta tutan? Neydi bizi sürekli itiştirip kakıştırdıktan sonra yine de bağlayan, koparmayan, mıh gibi yere çakan “o” deli, “o” çılgın duygu neydi sevgili?
    Yitip giden o en güzel çağlarımızdan miras kalan aşk küllerimize üflüyorum arada bir sonra yeniden toparlamaya, yeniden canlandırmaya çalışıyorum, mümkün olmayan, bir daha hiç gelmeyeceğini bildiğim yıllarımızı…  
Sende vardır bilmiştim, gamı saklım sevmiştim
Sensiz olmaz demiştim, ömrü ahlım sevmiştim…
Her şey sende bilmecem,
Sönmüş gece düşüncem…
Dilde canım tek hecem, gel de bitsin ölcem…
    Her şeye rağmen yinede çok güzel şey seni düşünmek, seni duyumsamaya çalışmak. Biliyorum sen çoktan unuttun gittin. Belki de yeni bir yuva kurdun, kim bilir boy boy çocukların oldu ve hatta oğlun olduysa benim adımı da koymadın, kim bilir?