Hayatımın en kızıl günleri, kızıl saçlarına yüreğimin düşmesiyle başlamıştı…
    İki hırçın güldük biz, zamansız solmuştuk. Bütün yaşantılarımız girişli, gelişmeli ama sonuçsuzdu. Ayrılığın sevenleri sevdiği romanların kahramanı bizdik ve hiçbir öykünün acısı bizimki kadar ağır değildi. Yaralıydık yani, ha babam kan kaybediyorduk. Boylamdan geçiyordu duygularımız ve hiçbir şiir bizi tanımlamıyordu. Çünkü biz en zorun kahramanlarıydık. Öyle sıradan, pasif değildi direnişimiz, hayata olan sevgimiz. Asiydik, dik bakışlı, dik duruşlu, vicdanlı ama eğilmeyen, bükülmeyen yüreklerdik biz…
    Şehirlerin kalpleri yanarken, bütün duyguların tuzu biberiydik. Gün geceye boğulmadan kirpiklerimizi yummazdık ve gece güne ağarmadan az önce uyanırdık biz. Yaşamı uzun kılmak elimizde olmasa da, geceleri ömürden kaybedilmiş bir gün değil, kazanılmış bir gün yapardık ve her defasında kan çanağına dönerdi bakmaya kıyamadığım gözlerin. Ama olsun derdik, olsun, sözünden cayan namert olsun…
    Biz sözlerinden cayanlardan hiç olmadık. Kaçmadık, unutmadık, kandırmadık… Hep bekledik dimdik ayakta, belki dönerler, özlerler, bir gün pişman olurlar diye...
Mahcup sevdalar kaldı bize,
Hayatımın en güzel günleri, kısık bakan gözlerine yüreğimin düşmesiyle başlamıştı…
    Ne istediğini bilenlerdik biz. Posta pusu kurmayan ve tokat ağlatan acı sözlerden uzaktık. Namusluyduk yani. Dürüstlüğün bir erdem olduğunu savunanlara inat, insanın özünde zaten dürüst olması gerektiğini bilenlerdendik biz.
    Üç kuruşun hesabını yapan ve üç kuruş için özünü satan, kirletilmişlerin sofralarına düştük. Bilmedik kurşun öldüren pusular kurduklarını ve hain ellerin kardeşçe sırtlarımızı sıvazlarken, az sonra salyalı dişlerini şahdamarımıza geçireceklerini, tahmin edemedik. Edemezdik de, masumduk çünkü biz…
    Kar yağardı Ankara’ya, biz sokak köpeklerine ağlardık. Kimsesizliklerine, sahipsizliklerine dalardık. Hüzün açardı güllerimiz ama hep solgun. Zaman sonra anlardık; tasmalı bir it gibi yaşamaktansa, soğuktan titreye titreye ölen özgür bir kurt gibi, nefes almanın asilliğini ve bu sokak köpeklerinin hürriyetlerine sahip çıkışlarının anlamını.
    Hürriyetimize düşkündük ve hiçbir duygu bundan bizi alıkoyamazdı. Sevinçlerimizi hapsettiremezdik kimseye ve hatta hüzün dolu çiçeklerimizin yapraklarını, hainlere koparttıramazdık biz.
    Dağdan kopan çığdık, gece yarılarında ay ışığı, gün batımlarında sevda ve ateşte açan çiçeklerdik biz. Kavuşmak anlımıza yazılsa da, bu buluşmayı çok beklemiştik. Körpe yüreklerimiz buluşma sayımlarına dayanırken, çektiğimiz kalp ağrılarını hiç unutmadık, unutmayacağız da…
    Bozgun zamanlarımız vardı kadınım; aramızda kilometreler ve başka başka şehirler. Hayatın dikenleri her defasında kalbimizin tam ortasına batsa da, vazgeçmiyorduk kirletilmemiş sevdamızdan. Ne kilometreler, ne başka şehirler bizi bizden ayrı koyamıyordu. Mesafeler bulduğumuz aşk nehrinde tükenip gidiyordu. Akıyorduk yüreklerimizin deltasına ve birbirimize karışıyorduk o büyük aşk kavşağında…
    Seni bırakıp gidişlerim, dayanılmaz ağrılara gark ediyordu yüreğimi. Yanımda ol istiyordum, göğsümde uyu ve üşüyen ayaklarını ayaklarıma sar. Fakat biliyordum sen güçlü bir kadındın. Beklemesini bilirdin, bilirdin sana elbet döneceğimi. Sonra kalbini tutardın iki elinin avuçlarıyla, başını eğerdin hasrete, gözlerini dikerdin sonsuz ufuklara; “tez gel sevdiğim, tez gel…” derdin içinden içinden. Duyardım gurbet ellerde yakarışlarını, bükerdim sonra hasrete bende boynumu…
    Hayatımın en güzel günleri, sana gelmelerimle, bana gelmelerinle başlamıştı…
    Seni tanıdığımda savaştan çıkmış bir kahraman gibiydin. Yüreğin ağır hasarlar almıştı, kahverengi gözlerin gaziliğini saklayamıyordu. Dokunsam ağlar gibiydin. Yorgunduk hayata dair ve ne zaman bir köşe bulsak ayakta uyumalarımız, bir sesle sıçramalarımız başlardı…
    Ezber bozan bir sevdaydık biz. İçimiz hüzün denizi olsa da çekilip gitmedik. Elma ve mum kokulu nice akşam güne boyun eğerken, iki dudakta bir nefestik biz…
    Ne çok arkadaşımız vardı, sonradan kırılmışlıklarımızla, aldanışlarımızla andığımız… Vazgeçmek zorunda bırakıldık biz, çünkü hayallerimiz bile kirletiliyordu. Her geçen gün kan kaybediyorduk. Yüreklerimize aldığımız ağır darbeler, haram tutmayan gözlerimizde dostları tüketirken içimiz acıyordu. Böyle bir son beklemiyorduk biz…
    Tecrübelerimiz her geçen gün biraz daha artıyordu. Biliyorsun gittiler, bir Allahaısmarladık bile demediler.  Nerede yanlış yaptığımızı hatırlar gibiyim. Biz herkesi kendimizden bildik. Oysaki hiçbiri senin kızıl saçlarının bir teli bile değilmiş…
    Eylemlerimiz olmuştur, yüreklerimizi kaybetmemeye dair. Her şeyi göze aldığımız anlar ve tarihi kararlarımız olmuştur. Kim bilir, kimler nerede ve ne zaman yazarlar bu tarihi? Ama biz 09.09.2005’de Eskişehir Özgüven’de yazmaya başladık bile.  Ve santim santim tükenen ömrümüzün, her katresini düşmanca duygularla kirleten yüreklere inat, sevgiyle yazmaya da devam ediyoruz.
    Ve güzeller güzeli kadınım; unutma ki, biz çok zorlu yolları aşıp da buralara geldik. Şimdi bir olma, dünden ders çıkartma zamanı. Bizi meşakkatli mücadeleler bekliyor. Belki de tatmadığımız bakir acılar sıradalar. Hazırlıklı olmak lazım. Yeni günler neler getirecek? Kim bilebilir ki? Daha hangi dalımızı kırıp, hangi yaprağımızı koparacaklar? Hissettiğim şu ki, uzun bekleyişler bekliyor bizi.
    Öyle uzun ki, ömrümüzle bedellenmiş zamanların sonunda, belki de zaferlerle karşılayacak bizi. Sakın deme ki; “biz bizden gittikten sonra ki bahtı neyleyim…” En başta bildiğimiz bir son vardı zaten, yaşam ölme riskini göze almaktı ama yine de en namuslusundan yaşamaktı. Hani sonunda ne olursa olsun, bir kabirde senle ben olsun, yeterdi ya bize, yetmeliydi de zaten. Çünkü biz hiç aç gözlü olmadık. Olsak da, bir kabirde tek vücut olmaktan başka bir şey istemedik şu canım hayattan…
    Ben giderken uzaklara kahverengi gözlerin dolmasın. O uzaklar ki, her defasında yeni bir dünya ile seni kucaklayacak ve sen her defasında biraz daha hayata sarılacak, biraz daha seveceksin buruk ama umut dolu mektuplarımı. Şimdi karşımda duran vesikalık fotoğrafını kalbimin üzerine koyuyor ve gözlerimi ayakta birazcık kapatıyorum.
    Kurduğum rüyayı sen biliyorsun. Adımızın baş harflerini kazıdığımız o selvinin altına gidiyorum sonra ikimiz için yaptırdığım kabire, ateşte açan güllerimizi dikmeye. Biliyorum biliyorum, sende orada olacaksın, elbette, sende birkaç damla su içireceksin, kurutmayı asla istemediğimiz çiçeklerimize. Biliyorsun ben her gece toprağımızın başında uzun nöbetler tutuyorum. Sen sakın üzülme oralarda, ben ikimizin yerine nöbetlerdeyim kadınım ve Allah’tan tek dileğim; “bir kabirde tek vücut, senle ben” toprağın, toprağımda, toprağım, toprağında olsun yeter bana…