YAĞMUR çisiliyordu, gündüzün yerini karanlığa terketmeye başladığı saatte. Bahçe içerisindeki tek odalı evimden çıkıp, kendimi sokaklara atmak istedim. Yaklaşık üç-dört metrelik bahçe kapısına doğru ilerlerken, çiseleyen yağmur damlacıklarının ağaçların yapraklarıyla temasıyla çıkarttığı sesle durakladım. Öyle bir ses ki, sanki yağmur ile yapraklar dans ediyor. Bahçe duvarının kenarına çömeldim, bu dansı hissederek izlemeye koyuldum.
Böyle bir şey yok...
Kanım kaynıyor, içim ürperiyor, yağmur damlası yaprakla buluştuğunda...
Sanki, özlemle beklediğim sevgilim gelmiş yanıma, yağmurda ıslanan bedenlerimiz birbirine temas ediyor, ortaya çıkan müzik eşliğinde dans ediyoruz...
Bu düşünce ve duyguyla dalıp gittiğim esnada, uzaktan bir ses:
-Ne yapıyorsun orada?..
İrkildim. Sesin geldiği yöne doğru kafamı kaldırıp bakmak istediğimde, yağan yağmurun suyu ile ıslanan saçlarımdan yüzüme doğru akan yaşlar buna izin vermedi. Elimle yüzümü silip, saçlarımdaki yağmur sularını silkeleyerek, kafamı kaldırıp baktım...
Aynı avlu içerisinde oturan yaşlı bir ninemiz vardı. Biz ona Pamuk Abla derdik. İyi bir insandı. Seslenen de oydu...
Camın önüne oturur, her akşam, gün batımını izler, akşam namazı, yatsı namazı derken, gecenin bir vaktinde yatağına uzanırdı. Sorusuna yanıt verdim, 'hiç' dedim, 'öylesine oturdum, yağmurun sesini dinliyorum, çok güzel...'
-Bende yağmuru izliyorum. Seni gördüm. Rahatını bozmak istezdim ama yağmur şiddetini artırdı, hastalanacaksın diye korktum..
'Acı patlıcanı kırağa çalmaz derler' diye karşılık verdim.
Gerçekten de çiseleyen yağmur şiddetini artırmıştı. Artan bu şiddete ayak uydurup, hayallerim, arzularım da şiddetini artırmıştı. Ta ki Pamuk Abla'nın sesini duyana kadar. O anki heyecanım ve kalbimin atışını daha önce hiç bir dönemde hissetmemiştim.
Yerimden doğruldum, Pamuk Abla'nın penceresinin önüne kadar gittim. Pamuk Abla eliyle saçlarıma, ardından yüzüme dokundu. 'Boşver' dedi, 'Geçmişi düşünme, önünde uzun bir zaman dilimi var. Ben geçmişle yaşadım, bugün ise kimsesizim. Kendimi hep ona sakladım, ama olmadı.''
Biraz da çekinerek, 'kim?' diye sordum.
'Şimdi mezar da' diye karşılık verdi, gözleri gök kubbeye yöneldi, daldı. Biran durdu, sonra devam etti:
-Çok sevmiştim. O da beni seviyordu. Ben öyle biliyordum. Yıllarca bekledim. Evlendi, çocukları oldu yine bekledim. Öldü yine bekliyorum. Neyi beklediğimi bilmiyorum. Ama bekliyorum.
'Neden?' diye sormak istedim, laf henüz ağzımdan çıkmadan devam etti, 'Boşver' dedi, ''Ben geçmişle yaşadım, sen geçmişle yaşama, boş ver. Hadi git yoluna...'
Camın önünden ayrıldım, sokağa çıktım. Ne kadar dolaştığımı bilmiyorum. Hep aklımda Pamuk Abla vardı, kulağımda 'Geçmişle yaşama' sesi yankılanıyordu. Bu yankının yerini ezan sesi aldı. Saate baktım, 05.15'i gösteriyordu, sabah olmuştu.
Gündüz yerini geceye terkederken çıktım, gece gündüze yerini terkederken, eve dönmeye karar verdim.
Eve gelip, bahçe kapısından içeriye girdiğimde, Pamuk Abla'nın evine doğru baktım, ışığı yanıyordu. Pencerenin önünde kimse yoktu. Halbuki o sabah ezanı okunmadan kalkar, camın önünde sabah ezanını dinler, namazını kılardı.
Bir gariplik vardı..
Eve doğru yöneldim, aklıma kötü şeyler getirmek istemiyordum. Camdan içeriye doğru baktım, Pamuk Abla penceresinin önünde sırtüstü yatıyordu. Cama vurdum, ses seda yok. Kapıya yöneldim, kilitli. Dışarı çıkıp, yan komşumuzu çağırdım, birlikte kapıyı açtık, içeriye girdik. Pamuk Abla sizlere ömür, ölmüştü. Defnettik. Mezarı başında ona söz verdim, geçmişi yaşamayacağım ama unutmayacağım da....
SEVGİ YAŞATMA, AŞK YAMAKTIR

MESLEĞİM gereği akşamları geç saatlere kadar takılmışlığım olmuştur, Polis Merkezi’ne. Yine gecenin geç bir vaktinde polis arkadaşlarla sohbet ediyoruz. Bilmem bileniniz var mı, Polis merkezlerinde (karakollarda) gece demlenen çayın tadı her zaman bir başka olur. Ağır ağır kaynar su, yavaş yavaş demini alır çay. İşte o bana göre ve benim gibi tiryakilerin çok hoşuna gittiği çayın demini almasını beklediğimiz bir esnada, yan odada bulunan koğuştan sesler yükselmeye başladı. Kulak kabartıp dinledim...
En yüksek perdeden, biraz da ağlamaklı, aynı zamanda da ses ve ifade şeklinden sarhoş olduğu belli olan şahıs; 'siz’ diyor, 'benim yerimde olsanız aynısı yapmaz mısınız?..' diye, kendi kendine konuşuyor. Sesler oturduğumuz odaya kadar geliyordu. Rütbeli polis arkadaşa sordum;
-Kim bu?
-Bilmiyorum, sarhoşun biridir.
-Derdi neymiş?
-Bilmiyorum, sen otur ben geliyorum.
Rütbeli memur odadan ayrıldı, bir süre sonra tekrar odaya dönüp, kapıdan, ‘gel’ dedi, ‘Gel de kendi gözlerinle gör, kulaklarınla işit.’
Birlikte odaya seslerin geldiği yan odaya geldik. Henüz 18-19 yaşların da bir genç. Üstü başı dağınık, ellerini yüzüne kapatmış, bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da kendi kendisine söyleniyor.
-Dertliyim abilerim, dertliyim...
‘Derdin ne?’ diye sordum, gayri ihtiyari...
-Derdim büyük, deyip, devam etti:
-Ben seviyorum abi. Çok seviyorum. Hergün akşam pencerenin önüne çıkardı, görürdüm, bugün telefonlarıma bile cevap vermiyor. Ne yapacağım ben abi!...
Biran durakladım. Tebessüm ederek konuşmaları dinleyen yetkili memura dönüp, ‘artık aşıkları da mı karakola getiriyorsunuz?’ diye, esprili bir soru yöneltmeye kalkışacaktım ki, yetkili polis memuru lafı ağzımdan aldı, 'Belediyenin yol kenarına yaptırdığı, parkların içerisindeki elektrik lambalarını kırmış. Yani devlet malına zarar vermek, çevreyi rahatsız etmekten getirmiş arkadaşlar' dedi.
Tekrar, gence döndüm, ‘sevdiğin için mi elektrik direğini, lambasını tahrip ettin?’’ diye sordum. Genç, ezberlediği kelimeyi tekrar etti, ‘Sen benim yerimde olsan ne yapardın abi!’
-Ben sevdiğim için hiç kimseye, hiçbir şeye zarar vermezdim.
-Benim yerimde olsan daha fazlasını yapardın abi!.
‘Yapmazdım’ dedim, ve yetkili memurla birlikte öteki odaya geçtik, konuştuk.
***
Bu anlattığım öykü yaşanmıştır. Ve hiçbir zaman bu ve buna benzer olayları anlayamamışımdır. Bir sevgiden bahsediyoruz, sevdiğimiz söylüyoruz ve tahrip ediyoruz. Sevmek tahrip etmek değil ki. Sevmek yaşatmaktır, daha güzel hale getirmektir.
Kendi kendime düşünüyorum, sesli olarak düşünmeye çalışıyorum. İnsan sevdiğini söylediği karşı cinsten birisi kendisine kırılınca, çevresine veya kendisine zarar verebilir mi? Bence veremez, vermemelidir. Eğer veriyorsa, onun içerisinde beslediği duygu sevgi değildir. Sevginin yoğunluğu değil, bastırılmış arzunun, ihtirasın, kin ve nefretin dışa vurumundan ibarettir.
Sevgiyi aşkı kendisine kalkan edip, sevdiği(!) uğruna aşk adına herhangi bir şeye zarar verenleri düşünüyorum, kendimce akibeti hiç de parlak görmüyorum.
Düşünün bir kere, bastırılmış duygularını küçük bir gelişme karşısında şiddete başvurup, dışa vuran bir insan, sevdiğini, aşık olduğunu söylediği karşı cinsten birisiyle bir ömür boyu birlikte olmaya karar verdiğinde, bu karar doğrultusunda yaşam sürecine girildiğinde, beklemediği bir gelişme ile karşılaşırsa ne olur?
Ne olur?
Bu sorunun yanıtını sanıyorum sizlerde hergün gazete sahifelerinde okuyorsunuz.Sevmek yaşatmaktır, aşk yaşama biçimidir. Seven ve aşık olmasını bilen hiç kimse, hiçbir şekilde yüreğinin bir köşesinde kin ve nefrete yer veremez.