KÖYÜN sarıldığın   Köyün bağlarını gezip  eve geldiğimizde, yeni gelen misafirlerle karşılaştık.
Vilayetten dayımın oğulları gelmişler.
Buna çok sevindim. Çünkü tekerlekli sandalyemle köyün her tarafını gezmek istiyordum.
Bu gelen yeğenlerim beni gezdirmeyi çok istiyorlardı, sevincim ondandı.
Başka birilerine:
“Beni filanca yere götürebilir misiniz?” desem, belki götürürdü ama naçardan gittiğini anlarsınız, bu yüzden samimilik çok önemliydi benim için.
Misafirlerle hoş beş ettikten sonra, akşam yemeğinin hazır olduğunu söylediler.
Tandırlığa geçerek yemeğimizi yedik.
Çayımızı içip, sohbet ederken, kulağımıza patos…(ekin üğüten makinesi.) sesi geliyordu.
Çocuklara seslenerek: “Çayımızı bitirince, harman yerine gidip, patosa nasıl sap atıyorlar birlikte seyredelim” dedim.
Sanki benim lafımı söylememi bekliyorlarmış gibi ağızlarının yanma pahasına bardaklarındaki çayı acelece içerek, “Biz hazırız” deyip dışarı çıktılar.
Benim yarım kalan çayımıda sonra içersin diyerek yola çıktık.
 “Yol boyu gitsek uzun sürer, şu kestirmeden gidelim” diyerek dereden tepeden harman yerine geldik.
Patosun sesi, traktörün sesi kulağımızda patlatırcasına çok gürültü yapıyordu.
Ancak  işaretlerle konuşup anlaşabiliyorduk.
O anda, işitme engelli…  arkadaşlarımın sıkıntısını anlayabiliyordum.
Gökyüzündeki parçalı bulutları, bunların arasından süzülen dolunayı ve yıldızlarıda gözden kaçırmıyor.
Olup bitenleri seyredip, gecenin serinliğinde köyün kokusunu alıp tadını çıkartıyordum.
Saat epeyce geç olduğu için yine gittiğimiz dereli tepeli sözde kestirme yoldan eve geldik.
Yataklarımız hazırlandı.  
Çocukların yastık yorgan şakaları  derken herkesin uyumasıyla gece kendi esrarengine yani  sessizliğe büründü...
Ben yine uyuyamamıştım.
Çünkü, acıda geçse, tatlıda geçse o günü yargılamam… gerekiyordu.
Kendimi dinleyip anlayabiliyordum, bu yüzden geceleri seviyordum.
Selam ve dua’larımla.