Çocukluk yıllarımda Ramazan ayı genelde harman-hasat sezonlarına denk gelirdi. Tarım makineleri, ergonomik düzenekler, zirai otomasyon sistemleri vs. gibi teknolojik aletlerin keşfedilmediği bu yokluk dönemlerinde, tarla tapan, bağ-bostan, mal-melal, havlu-hayat vs. gibi zamanla yarışılan ağır beden işleri herkesi bitap düşürürdü. Ortalıkta halsiz, cansız soluk benizli, yorgun insanlar dolaşırken, akşam ezanı ayrı bir ihtiras, ayrı bir hasretle beklenirdi.
Suların berrak, toprağın temiz, doğanın canlı ve bereketli, İnanç, ibadet, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin samimi ve sadakatli olduğu bu yıllarda, büyükler herkesin büyüğüydü.  Küçükler ise büyükleri tarafından kardeş, evlat, torun formatındaki hislerle himaye edilerek korunup kollanırdı. Yaş en geçerli hiyerarşiydi. İslami kurallar, geleneksel motifler, milli ve manevi duygular ile geçerli bütün davranış ritüellerinin uygulanmasında tüm büyükler müfettişti. 
Hocalar 12 yaşından büyüklerin oruç tutması farz derdi. Hadi erkeksen tutmada gör.. Önüne gelen azarlar, ayıplar, kınar, velilerini sorumsuzlukla suçlar ve dünyayı başınıza dar ederlerdi. Başta Allah korkusu olmak üzere, toplumsal dışlanma endişeleriyle herkes orucunu tutardı. Yalnız aklıma takılan şu… Bunaltan sıcaklar, gölgesiz tarlalar ve uzun yaz günleri gibi dejavantajlarla, zor ve meşakkatli ırgatlıklar işlenirken şeker, tansiyon, böbrek, kalp, ülser, mide, karaciğer vs. gibi sorunları olan hastalar, hamileler, çocuklar, ihtiyarlar, risk grubundaki tüm bireyler, nasıl olurda canları pahasına oruç tutarlardı hâlâ anlamış değilim. Vallahi her babayiğidin harcı değildi. O zamanlar genel sağlık kurumları, kamu aydınlatma platformları, kitle iletişim araçları ve sağlığa tedbir amaçlı detay bilgilerin önerileceği, öğrenilebileceği geniş kaynaklar da yoktu. 
Uzak mekanlardaki doktorların konuyla ilgili teşhis, tedavi ve yönlendirmelerinden kimsenin haberi bile olmazdı. Günümüzde görüyorsunuz, basit bir şeker, tansiyon hastası, sağlam besinler ve ilaçlarını almasına rağmen oruç tutsa komaya giriyor. Mutlaka aynı hastalıklardan eskidende vardı ama, kimse durumuna, konumuna, cüssesine, yaşına ve zorluğuna bakmaksızın sosyal  ekarte ve çoluk-çocuğa kötü örnek teşkil etme fobileriyle yinede oruçlarını tutar, ibadetlerinden geri kalmazlardı. İlginçtir bu yaygınlıkta sağlık sorunları da pek yaşanmazdı. 
Annem bize “Tekne Orucu” tuttururdu. İslam literatüründe adına, tanımına, farzına, vacibine hiçbir kaynakta rastlamadım ama, sahurdan öğle ezanına kadar olan sürede geçerli bir ibadetti. Her çocuk gibi bende tutardım. 
Sofralara gelince; zengininde, fakirinde sofrası hemen hemen eşitti. Üst-baş, ev içi döşemeler, yatak-yorgan, ayakkabı, şapka vs. gibi dönemin aksesuarları aynı marka, aynı kalite ve aynı maddelerdendi. Herkes soğukkuyu lastik ayakkabı giyerken, Osmanpaşa Tekkesi’nde bir zenginin Gıslavet (İçi astarlı lastik ayakkabı) giydiği söylenirdi. Tarlası, hayvanı çok olana zengin, az olana fakir denilirdi. Ölçü bu kadar basitti. Hatta tarlası, hayvanı çok olanlar imanı gevrercesine hem çok çalışır, hem de aynı şeyleri yer, giyerdi. Az olanlar ise az çalışır ve yine aynı şeylere sahip olabilirlerdi. Yorgunluktan kurtulamayan zengin mi daha zengindi, yoksa boş zamanı çok, keyfi yerinde fakirler mi daha zengindi hâlâ aklım almıyor. Farklı bir yerde zengin ve fakir yan yana dursa kimse onları ayırt edemezdi. Yani zenginler börek yerken, fakirlerde çörek yiyebiliyordu. Nasıl olsa her ikiside undandı. Gelir dağılımdaki adalet deyince, fiziki benzerlikleri de dikkate alarak nedense ben hep o yılları hatırlarım. 
Ramazan atmosferi insana her zaman huzur verir. Sahuru ayrı, iftarı ayrı, teravihi ve diğer tüm ritüelleri ayrı birer keyif sunardı. Helede biz çocuklar bu aşamaların her katagorisinde ayrı bir mutluluk kazanırdık. Yemeklerin tuzuna bize bakıtırlar, iftar yemeğinde tavuk kesildiyse o tavuğun taşlık, ciğer ve kafası pişi pişmez alın derler, leziz pınarlardan içme suyu bize çektirilir, ele geçen tüm güzel yiyecekler bize verilirdi. Bizde eve bir misafir gelince yüklükten yün minderleri alarak misafirlerin altına sermek, Çoban Kolonyası tutmak, su isterlerse getirmek vs. gibi yumuşları (büyük emri) tutmak bizim görevimizdi. Ellerini öper edeplice bir köşede otururduk. Hep büyükler konuşurdu biz sessizce dinlerdik. 
Ezan okunma saatleri ayrı bir keyifti. Güneş kehi aşıp, akşam serinliği çökünce köyün tüm çocukları cami önüne gelirdi. Ezan okunana kadar grup grup “Çelik-Çomak”, “Eşin Kim”, “Gabara Cücüğü”, “Kız Almaca”- “Arayı Kestim”, “Yumuçma”, “Çoğdürü Çüş”, “Depik Doğüşü” gibi çocuk oyunları oynardık. Köy Hocası olanca heybetiyle Tostul Şekire’nin çeneden görününce sessizce onun Musalla Taşına çıkmasını beklerdik. Hoca musalla taşına çıkıp, ellerini kulağına atıp “Allahu Ekber” deyidemez köyün her bir tarafından gelen çocuklar çığlığı andıran ifadelerle “Ezen Ohunuyooo, ezen ohunuyooo” diye bağıra bağıra evlerimize koşardık. Babam Çirçir Pınarının suyundan eyi bi çalhama yapın layn, anam dinim gevredi ısıcahdan” diye bi bağırırdı. Bizim bacılar pahır sitilinen yapılmış çalhamayı laylun meşirefinen tumdurarak alır ve sunarlardı. Babam çalhamayı içip, “Ohhhh, hergününe şükur gurbannar olduğum” derken içi ne kadar yandıysa adeta ağzından buhar çıkardı. 
Teravih namazlarına giderdik. Biz çocuklar caminin en arkasında toplanırdık. Kısık seslerle sürekli konuşur, yer kavgaları yapardık. Fis-kos, kavga-gürültü biraz çoğalınca ordan bir büyük kalkar, “Gayt lan eşşek sıpaları, edeb-i dayrenizde dölekcane durunsana donuz navrahsız şergadanlar, sizinenmi uğraşacığık aminim” diye bi azarlardı; ardından pat-küt bir iki şamar, depik patlatınca hepimiz camiden dışarı kaçardık. Büyükler içeride uzun teravih namazını kılana kadar biz dışarıya atılmamıza sebep olanlardan başlamak suretiyle ha bire kavga ederdik.
Köyde birtek hocanın bahçesinde ceviz ağacı vardı. Dazgir Üsüyünün Satılmış ve Eyağsi Hezenin Nutullah diye bahçe-bağ hırsızlığında uzman iki de arkadaşım vardı. Özellikle iftar ezanı okunurken ve teravih namazı kılınırken hocanın zaruri mesaide olduğu saatlere denk getirerek programlıca ceviz hırsızlığına dalardık. Hocanın bahçeye vardığımızda en az 10 grup hırsız çocuk sürüsüyle daha karşılaşırdık. Cevizi ala-goğlü yolar, bahçeyi tümüyle tarumar ederdik. Hoca, çalı, çipli, tiken vs. gibi barikatlarla sürekli bahçe etrafında güçlendirme yapsada biz her engeli aşar Ramazan ayının verdiği imkanla bu hırsızlık süresini verimli kullanırdık. 
Çahal Anşenin Fadimenin oğlanla, Yağdali Döndü’nin oğlan çok ceviz çalardı. Ağacın en ince dallarına bile aldırmadan zirvesine kadar tırmanırlardı. Aldıklarını koynuna atarak yolduğu cevizleri boyunlarına kadar doldururlardı. Hoca çok sinirli ve küfürbazdı. Ramazanında verdiği sitresle dama çıkar yarım saat söverdi. Kahdığımın dölleri, zaaladdığımın uşahları, cibilliyetini ne ettişklerim falan gibi küfürler savururdu. Karısı hocayı azarlar ve “Ula Hoca en gayli, yalama ettin, yeter” deyince hoca damdan inerdi. Bir gün goynu-goltuğ cevizle doluyken, Fadimalin pijleri Hoca gördü ve kovalamaya başladı. Yakalayamayınca diyorduki; “O gadarı nası yiyeceğaniz gahbe gunnadıhları, gavur toğmuları, acikde benim selamımla ananıza götürün aminim” diyordu.
Bozok platosunda hangi çeşit yemek varsa, açlığın da iştahıyla hepside pişirilirdi. Her evden ayrı ayrı yemek kokuları gelirdi. Sofralar çok zengin ve bereketliydi. Pilav ve yufka ekmek her öyünün gediklisi olurken, Yoğurtlu Mantı, Çalhama, Keme Aşı, Took (Duğürcük) Aşı, Eşgi, Madenisli Gırmızı Salatası, Bulamaşı, Sini, Çullama, Yımırtalı Omaç, Gôo Pahla Gavuddurması, Sütlü, Gabah Çiçeği Dolması, Haside, Guvermiş Çokelikten İşli vs. çeşitlerle iftar sofralarımız çok zengin olurdu.  
Zöhür başlı başına ayrı bir neşeydi. En neşelisiyse yine biz çocuklardık. Horanta zöhürü yeyince bir daha yatmaz, döşşekler deşirilir, sabah namazını kılıp, tarlaya giderlerdi. Biz çocuklarsa gapıyı-peceyi, gıyıyı-gıranı örter, geri yatardık. Sadece görevimiz sabah sığırı sürmek, öğlen de koyunlar sağılırken başını tutmaktı. Başka bir işimiz yoktu. 
Zöhürde tandır evinde içi çokelikli, tereyağlı bazlamalar yapılırdı. Çanakla guvermiş çokelik getirilir, gaysi, erik elma, armut kurularından yapılmış hoşaf eşliğinde soğan, biber gırmızı vs. gibi nimetlerle beraber yenilirdi. Ahşap küleklerde saklanan tuzlu tereyağların ve toprak çanaktan eşilerek çıkartılan guvermiş çokeliklerin kokusu hâlâ burnumda…  Çokelik çanağı bez bağlı ağzının üstüne kuma gömülürdü. Babam zöhürde bile torba yoğurdundan çalhama içerdi. 
Komşuluk bambaşkaydı. Zöhürde bile zehenlerinen herkes pişirdiği yemeklerden birbirlerine ikram eder, hasta-sayrı, yaşlı, müşkül kim varsa özel olarak korunup kollanırdı. Herkes birbirinin iyi olmasını can-ı gönülden isterdi. Yoksa onların işleride köye kalacak. Tarlada hiç kimsenin ekini, bostanı dıhız kalmaz, el birliği ile tüm işler bitirilirdi.
Arife gününün atmosferini nasıl anlatırım bilemiyorum. Neşe ve heyecanımızın zirvede olduğu bir ruh haliyle bayram bekleyişine girilirdi. Onca işe güce rağmen herkes kendine izin verir, tüm işleri bırakırlardı. En güzel elbiseler giyilir, kapsamlı temizlikler yapılırdı. Köy odasında topluca yenilmek üzere her evde çeşit çeşit yemekler pişirilir, adeta lezzet yarışına girilirdi. Her tandır evinde Barnah Çörek yaparlardı. Barnah Çörek altında ve üstünde tezekler yanan çift sac arasında pişirilmiş tereyağlı acayip bir lezzetti. 
Arefe günü her çeşmeden zemzem suyu akar derlerdi. Akşama kadar pınarlardan su çekerdik. Tüm kapları zemzem suyuyla doldururduk. Rahmetlik anam sinirli ve telaşeli bir biçimde ev horantasına bağırırdı. “Arefe suyuna herkes çimecek” derdi. Babam anneme bıyığını kıvratarak “Ben boşa çimmem aminim” deyince Anam “Het kafir gudurdunnu, donuz şikirsiz” diyerek eline ne geçerse babama fırlatırdı. “Yav bu adam ne dediki bu geçimsiz kadın melek gibi babama her şeyi niye fırlatıyor.” diye yıllarca düşündüm. Zavallı babam muzır muzır gülerdi.
Köydeki ihtiyarların sularını da pınardan biz getirirdik. Ekmek edilen tandır evlerine “Dokkü” çekerdik. Büyüklerin tüm yumuşlarını tutardık. Bir büyüğümüz “Gel lan buraya gavur toğmu” deyince gitmek istemesek bile, anında gider, “Buyur” derdik. Ve dediğini de içimizden memnun olmasak bile yinede anında yapardık. O zamanlar kimse kendini yalnız hissetmezdi. “Goca köyde açmı galacağım, mecbur birisi bahacak bana aminim” derlerdi.
Sonra….. Sonrası malum. Büyüdük. Hepimiz çoluk çocuğa karıştık. Maalisef biz bu gelenekleri büyüklerimiz gibi idame ettiremedik. Çoğaldıkça yalnızlaştık, zenginleştikçe aç gözlü olduk. Babamdan 50 kat daha zengin olmama rağmen, yırtıcı bir mahluk gibi aç gözlüyüm. Ne eğitime, ne unvana, ne mala, ne mülke ne itibara doyuyorum. Tam ölçüsünde zekat ta vermiyorum. Güven hissedemeden kurduğumuz dostluklar ve samimiyetsiz iltifatlarla avunuyoruz. Hepimiz yapmacık gülüyoruz. 
Rahmetlik Babam annemle beraber oturur, günlerce Zekat hesabı yapardı. Hesabın hedefi herşeyde kırkta bir… Yatak-yorgan, kap-kacak, koyun-kuzu, inek-dana, üst-baş, tarla-tapan, akla gelen gelmeyen hepsi de hesaba yatırılırdı. Rahmetlik annemim kafası pek çalışmazdı. O melek yüzüyle masum masum babama bakar; “Bek çoh veriyoh herif, o gatlek dutuyomu ki” diye sorardı. Babamda, “Get lan gavur garı, çoh olur mu heç, ben mikabından misabından, hacısından, hocasından anlamam, kırk lokmada bir lokmaya varıncıya gadar zekatımış, gurbannar olduğum öyle buyuruyo, mecbur vereciğik” derdi. En ince detayına kadar hesaplayıp zekat verirlerdi. Babam köy şartlarında zenginkende zekatını verirdi, sonra fakir duruma düştü yine aynı anlayışla zekatını verirdi. Ölçüsü “40 lokmada bir lokma kesin zekattır.” anlayışıydı. Anamın küpesini bile gözden kaçırmazdı. 
Güzel insanlar babamın bu eşsiz erdemiyle ben hep övünmek istemişimdir. Şimdi siz diyeceksiniz ki; “Sen niye zekat verirken onun gibi samimi değilsin” diye. Bu soruyla karşılaşmamak için hep susarım. Allahım, Babam ve Anamdaki gönül nasıl bir gönüldü, ne kadar sadık, ne kadar samimiydi. Ne kadar yürekten inanırlardı. 
Hepimiz Kelime-i şahadet getiren, namaz kılan, Hac’ca giden, oruç tutan milyonlarca insan görürüz. Ama ben, babamdan başka hiç zekat verene rastlamadım. Belki milyonlarca vardır, ama ben babamdan başkasını inanın görmedim. Maalisef bende vermiyorum. Ya da verdiğim miktara zekat denilemez. Çünkü vermem gerekenin çok altında. Bence asıl aleni yapılması gereken ibadet kesinlikle zekat olmalı. Vermenin, paylaşmanın inançtaki samimiyetin gerçek göstergesi olduğunu iyi biliyorum. İnsanlar arası kaybolan güvenin tesisi yönünde bu ibadetin aleni olması zaruridir görüşündeyim. Yine verilenler kimsenin onuru incitilmeden, adresine mahremiyet duygularıyla iletilmeli ama, veren şahsın bütçesinden çıkışını herkes bilmeli inanmalı ve kesinlikle aleni olmalı düşüncesindeyim. Nasıl aleni namaz kılınıyorsa yani..
Lezzeti en az olan nimetlerin bile kıymeti Ramazanda anlaşılır, varlıklarına bakılarak Lutfedene şükredilirdi. Doğadaki tüm bitkilere nimet, tüm hayvanlara mübarek denilirdi. Zararlı zararsız her türlü mahlukatı eleştirmek, eziyet etmek, horlamak, dalga geçmek büyük günahtı. Allah bizi her zaman ve her yerde izliyor, bizle ilgili günah ve hayır defterleri tutuyordu. Uyurken bile kendimize çeki düzen vermemiz gerektiğine inanırdık. 
Kaç sayfa yazarsam yazayım. O zamanki Ramazanların “Anlatılmaz, yaşanır” denilen cinsten ayrı bir havası, ayrı bir mutluluğu vardı. Şimdi milyarlarca para verseniz o günlerin zevkinin zerresini bile alamazsınız. Zaten mevcut zihniyeti değiştiremezsiniz ki…