Bilecik istasyonunda bir askerî tren hareket etmek üzereydi..
Birlik komutanları son komutlarını verme çabası içerisindeydiler.. İstasyon görevlileri de kendileriyle ilgili son hizmetlerini bitirmeye çalışıyorlardı.
Akşamın karanlığı yavaş yavaş koyulaşıyor, her şey bu karaltı içerisinde gittikçe eriyip kayboluyordu.
Tren katarının tam karşısında, kapısı açık kırk beş kişilik bir vagonun önünde, oraya mıhlanmış gibi duran biri vardı..
Teğmen Abdulkâdir, bunun kim olduğunu ve orada ne yapmak istediğini merak etmişti. Önce, bir nöbetçi olsa gerek, diye düşündü ve sonra ilerledi.     Hayır, bu bir nöbetçi değildi. Yanına yaklaştığı zaman, vücudu yılların getirdiği türlü keder ve güçlüklerin yükü altında öne doğru eğilmiş, elinde bir değnekçik, sırtında bir heybe, hayatının bütün çile ve sıkıntıları çukura batmış gözlerinde okunan, bir Türk anasıyla karşılaşmıştı.
Başındaki örtü ıslanmış ve ak saçlarına yapışmıştı. Büyük bir göreve kendini adamış gibi bakışlarını vagondaki Mehmetçiklere hedeflemişti.
Teğmen Abdulkâdir:  Anacığım!...Burada ne duruyorsun? Diye sordu.
-Şimendifer’de asker oğlum var, onu selâmetlemeye (uğurlamaya) geldim.
-Oğlun kimdir, nerelidir?...
-Söğüt’ün Akgönlü köyünden Mahmut Oğlu Hüseyin.
-Çağırayım mı, görmek ister misin?
-Ona söyleyecek bir sözüm var. Zahmet olmazsa çağır. Sana duâ ederim.
Teğmen Abdulkâdir vagona doğru yöneldi ve yüksek sesle bir künye okudu:   Mahmut oğlu Hüseyin, Söğüt…
Bir ses: -Emret komutanım!... Benim, Akgönlü’den Hüseyin..
-Gel yiğidim, seni annen görmek istiyor.
Delikanlı vagondan atladı. Filiz gibi bir boy, çelik gibi bir yapıyla teğmenin karşısında selâm verip esas duruşa geçti. O sırada çakan bir şimşek, bu heybetli görüntüyü sanki bütün gökyüzüne yansıtıyordu. Birlikte yürüdüler ve ihtiyar annenin önünde durdular.
Hüseyin, anacığının elini büyük bir saygı ve sevgi ile öptü. Çaresiz ana, kaya kadar metin görünüyordu. Ciğerpâresini sarılıp kokladı ve dedi ki:
‘‘-Hüseyin’im! Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, iki ağabeyin de geçen bahar Çanakkale’de şehit düştüler. Bak, son yongam (dayanağım) sensin. Minareden Ezan sesleri kesilecekse, köyüm, vatanım düşman eline düşecekse, şehitlerimiz bizi lânetleyecekse; sütüm sana haram olsun, öl de köye dönme!..
Haydi oğul!.. Allah yolunu açık, yüzünü ak etsin.’’
Hüseyin bu sözleri kalbinin derinliklerine gömerek, anasını ve teğmenini selâmladı. Sonra vagondaki yerine döndü. Gözlerinde yılmaz bir savaşçı, yenilmez bir iman gücü parıltısı vardı.
Teğmen Abdulkâdir bu yüce ruhlu anneyle yalnız kalmıştı.
 -Vâlide !... Demek sizin soyun erkekleri hep şehit oldular öyle mi?
‘‘-Yalnız bizim soy değil oğul. Köyümüzün mezarlığına sayısız şehit gömüldü. Biz hep ölelim, yeter ki vatan sağ olsun.’’
Abdulkâdir bu Türk anasının karşısında donup kalmıştı. ‘‘Anadolu’’ ne demektir, bunu şimdi daha iyi anlıyordu. İçinden kopup gelen bir saygı ile ihtiyar ananın ellerini öperek:
‘‘-Anacığım, beni de duâdan unutma!’’ dedi. O, gerçekte kendi annesini küçükken kaybetmişti. Sonra buğulanan gözlerini ve boğuklaşan sesini saklamak için döndü ve trene atladı. Kendi kendine:
‘‘Milleti doğuran da ana, yaşatan da..’’ diyordu.
Kara Tren, son ayrılık sirenini acı bir şekilde çaldı ve karanlıklar içerisinde kaybolup gitti.
O asil Türk anası, tren gözden kaybolduktan sonra da bir süre orada kaldı. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Sonra titreyen dudaklarıyla Allah’a şöyle duâ ederek yakardı:
‘‘Yâ Rabbî! Kahraman askerlerimize zafer nasip eyle (âmin)!..’’ (Genel Kurmay Başkanlığı - Harp Dairesi Başkanlığı, Savaş Menkıbeleri Dergisi, sh;19, 1974 - Ankara.)
Hayati OTYAKMAZ