MEHTAP, DÖRT BİR KOLUYLA HASRETLİĞİN ŞİİRİNİ YAZARAK DENİZİ SARMIŞTI. AY HİLALDİ, YILDIZLARDAN BİRİNİ ÖPÜP BİRİNİ BIRAKIYORDU. ŞİMAL YILDIZI DÜNYA’YA EL SALLIYORDU.
Bulutlar mendilsiz ağlıyordu. Çisil çisildi yaşları. Erguvanlar çiçek açmış, yediveren gülüyle oynaşıyordu. İlkbahar tüm tazeliğiyle gelmişti. Kır çiçekleri toprağı pörtleterek çıkıyordu. Mor menevşe, sümbül kol kola kardeleni uğurlamaya çıkmışlardı. Toprak iyice uyanmış tüm mahlûkatı bağrına basmak için çağırıyordu.

Sevgi çiçeği halay başı olarak nergizi, laleyi, papatyayı oynatıyordu. Uzaktan da olsa kaval sesi coşmalarına yetiyordu. Âşıklar sazlarını omuzlamış, şairler kalemlerini hazırlamış, yürek çarptıracak yâr yoluna düşmüşlerdi. Kimi gülecek, kimisi ağlayacaktı. Bazısı kavuşacak bazıları da hasretlik türküleri çığıracaklardı. Herkes sever de şair âşık olur. Aşkını da tüm dağlar, tepeler, yaylalar, ovalar kâğıt olsa, ağaçlar yazan kaleme dönse, şair sevdasını yazamaz.

O sevdayı şairin yüreği yazar. Onun için de şair olmasaydı aşkı meşki kim yazacak, türkülerde şarkılarda gezen sözler olmayacaktı. Allı turnanın, seher yelinin, bülbülün, kınalı kekliğin güzellikleri sevgi köprüsünde yer almayacaktı. Saçı sırma, gözü kim bade yapacaktı. Yayı o kaşa kim konduracaktı.

Turnalara türküyü kim çığırttıracak, gülle bülbülü kim hasbihâl ettirecekti? Homeros der ki; “Şiir kanatlı sözdür.” Şiir, Homeros’un bu güzellemesinde ne güzel de yerini almaktadır. Sözlere kanat takan şairler değil midir? Bu satırların yazarı olarak ilkbaharı sayfalarca yazarım da, şair sevdasını ancak bu kadarcık yazabilirim. Ne çareyim ki, şair sevdası ummandır.

Şairde aşk ne tükenir ne de biter. Anatomiciler yüzdeki güzelliğe çukurlaşmış der geçer de, şair onun gamze olduğunu keşfeder. Ayrılık acısını, sevda ateşini, sılayı, gurbeti hangi kalemler şairler kadar yazabilirler? Şairler olmazsa, saz ne çalar, keman n’eylerdi? Aşk nedir, meşk nedir kimse de bilmezdi… Yâre dil değmedik söz söyleyen, gözyaşını ağlatan da şairlerdir… Rüzgârları at yapan, kelebeğin kanadına seviyorum yazan, karı, boranı ve zemheriyi bile sevdiren ozanlar değil midir? Kâğıtları neşelendiren, kalemleri güldüren bazen de kederlendiren şairler değil midir?
Sözüyle Saza can veren!
Şairler değil midir?
Biz de yâre Gel de diyelim.
GEL DE
Gülüm gel de hele bana gel,
Söylediklerinden kalbime bir cümlesini yazdım, “Gönül kafesime girmelisin.” orda kesmiştin konuşmanı

Düşündüm gündüzümün geceye karıştığında yâr’a öyle bir söz etmeliyim ki, dil değmedik söz olsun. Araştırdım, tüm ozanların, şairlerin, âşıkların yazdıklarını bulamadım. Dil değmedik söz, tek şu cümleyi göremedim: Sen benim beşinci mevsimimsin.

İşte benim hâllarım böyleyken böyle gülüm… Efkârım gökyüzüyle kucaklaştı. Bir türkü tutturmak istiyorum, turnalar sana ulaştırsınlar diye… Aha aynen şöyle “Hiç bir kervan taşıyamaz benim sevda yükümü” diyerekten. Aklıma hiç gelmedi, şairlerin yüreklerinde söz hazinesi olduğunu. Maşallah. Ne söylenmedik söz, ne de hece bırakmışlar. Eh, bu garibe de kırıntısı kalmış. Onun için ne kartal gibi süzüleceğim ne de allı turnalar gibi akacağım. Çıkacağım yüce dağların doruklarına, bulutları avuçlayacağım. Alacağım seher yelini bağrıma, türkülerime katık yapacağım. Çağırırsan eğer tüm rüzgârları at yapıp geleceğim. Gelince de dilimdeki tüm sevgileri helke helke dökeceğim…

Çağır hele ilkbahar yağmurları gonca güllere düştüğünde, tomur tomur yaprakların üstünde damlacık oynadığında, keklikler kına yaktıklarında, guguş kuşu ıslık çaldığında, kekikli baharda, lale mor menevşe sümbül boy gösterdiğinde, toprak kış uykusunu hepten terk ettiğinde, gülle bülbül oynaşa başladığında gelirim. Çağır hele, şafak sökerken çiğ düştüğünde otlar arasındaki taşların Güneş’in ilk ışıklarında ışıldadıklarında, yılkı atlarının dağlara, tepelere vurduklarında, koyun kuzu meleşirken çoban kavalını konuşturduğunda, bulutların bazen ak bazen de karaya kesip, salkım saçak ağladıklarında gelirim…

İbibikler ötmeye hazırlanırken, şimal yıldızı gökyüzünü gezerken, asmalar şıvgın sürerken, ardıç kuşları ağaç dikerken sen gel de gel. Farketmez mevsimler ah dört mevsimi taç yapar da gelirim…

Âşıkların sazlarını asıp, yollara düştüklerinde, çeşme başlarında azık açıp, türkü çığırdıklarında, mızrabın coştuğunda, tellerin yâr yâr diye dertlendiğinde, erikler çiçek açtığında, iğdelerin tomurcuklandığında, kehribar kokusu saçtıklarında, hülasa toprağın bayramlığını giydiğinde gelirim.

Ey yâr! Ne deyim ne edeyim…
Gel hele demezsen yüreğimin ağrıyacağını, yedi düvel tabiplerinin ilaçlarının merhem olamayacağını, gönlümün hiç küllenmeyen kor ateşte yanacağını bilmeni isterim…

Sevda başımı sarmışken gel hele de, dert dört bir yanımı sarıp da sarılır kaleme şöyle yazarsam ne kız ne de sitem eyle…

Umman gibi keder dert
benim olsun
Neşe sende kalsın
Gece gündüz ağlamak, figân benim
Gülmek senin olsun

Sitem ediyorum sanma
Al baharı yazı
Hüzünlü sonbahara
razı gelirim
Tut erguvanı yediveren
güllerini
kurumuş dallar yeter
bana
Var git ömrün uzun ola
Yaşamak sende
Ölüm bende kalsın