VAKTİN birisinde emekli ağır ceza reisi Hazım bey, tekaütün ilk yıllarında eşiyle birlikte yaşadığı İstanbul vilayetinden, eşinin vefatı nedeniyle, şirin bir sahil kasabasına taşınır. Bahçeli bir ev alıp kendini huzura adayan bu adamın kütüphanesinden ve  akşamdan akşama kurduğu çilingir sofrasından gayri bir hayatı kalmamıştır. O yıllarda teknoloji denilen meret henüz icat olmadığından tekdüze bir hayat sürmekte, günler hızlıca akarken geceler tükenmek bilmemektedir. Bu uzun gecelerde eski fotograflar masaya dökülür, kimi zaman bir vesikalığa bazen de bir toplu fotoğrafa kadeh kaldırırdı. Yalnızlık her devirde zor olduğu için Hazım bey için de bir meşakkate dönüşmüştü. Yıllarca okuduğu kalın dosyalardan olsa gerek gözleri kızarır, son kadehi göremeden sızdığı da olurdu.
Yine bir gün sofrasını kurmuş, radyosunun düğmesini uzun dalgaya ayarlamış birşeyler atıştırırken kendi kendine söylendi:
-Oğlum Hazım, daha yaşın yetmiş olmadan işi bitmiş adamlar gibi tünedin bu viraneye, kalk insan içine çık, zaman ölmek zamanı değil.
Belki her akşam söylenirdi kendi kendine ama "ağır" bir makamdan emekli olduğundan küçük insanların arasına karışmak zor gelirdi nefsine. Her insanın eşit doğduğu bu dünya, bu insanlara ayrı donlar giydirip, kimini bey kimini ise sadece bir "rey" ettiğinden, toplum içerisinde görünmez bir kast sistemi oluşur, ceketler iliklenip, el pençe divan durulurdu. Hacet Makamında oturanlar kurum kurum kurulur, haceti olan ise kıvrım kıvrım kıvrılırdı. Beylerin dünyası rengarenk sürerken, rey olanlar en küçük memurun, hatta cenaze hizmeti gören imamın karşısında bile esas duruşa geçer, ayaktakımı kabilinden bu dünyadan göçüp giderlerdi. Ölüm bile her ikisine ayrı uğrar, bilirdik ki yanık okunan bir cenaze selası filanca beyindir, beyin mahdumu helal akçesinden müezzine bir ikiyüzlük sıkıştırmıştır. Beylerin cenaze namazı en güzel sesli imamlarca kılınıp, mezarı başında bülbül şeydası misali ayetler kıraat edilmiştir. Burada bey yahut gariban takımının örfü üzerine hikayat edecek değiliz. Konumuz başkacadır.
Yıllarca önünde düğme ilikleten Hazım beyimiz, günlerden bir gün içtiği şaraptan mıdır yoksa yediği az pişmiş biftekten midir bilinmez uçkurunu çözmeye niyet eder. Lakin bu iş nasıl olacaktır. Oturduğu kasaba gayet ufak, herkesin birbirini tanıdığı bir yerdir. Sahilde yürüyüş yaptığı zamanlardan birinde balıkçı esnafı arasında geçen bir diyaloga kulak kabartmış, kasabanın kenarında bir işret evi olduğunu fısıltıyla da olsa duymuştu. Bu ayaktakımı balıkçıların anlattığına göre dul bir kadın ve üç kızı geçim sıkıntısı çekmekten usanmış, babadan kalan bir emekli maaşına kanaat etmeyip, yazlık sinemada görmüş oldukları hayatlara da imrenerek kendilerini mezata çıkarmış, dünya nimetinin her çeşidinden faydalanma yolunu seçmişlerdi. Eski vakitlerde yazlık sinemalar kasabaların dünyaya açılan penceresi idi. Bu pencereden Avrupa ve Amerika denilen ülkelerin hikayeleri izlenir, o milletlerin oturuşu kalkışı taklit edilirdi. Kasaba hayatının rutininden arta kalan kısıtlı saatlerde ecnebi adetlerine uygun bir hayat tatbik edilir, giyim kuşam alafrangaya dönüşürdü. Bir çam ağacının altında elde edilebilecek bir buse, tarafların bir Clark Gable bir Elizabeth Taylor gibi hissetmesi neticesiyle bir ayine dönüşür, çoğu zaman bu ayin mahkemede biterdi. Namusundan taviz vermeyen kasabalı babalar ceketin altından gösterdiği Brovningin etkisiyle kızlarını bir çırpıda evlendirip, pir ü pak olan alınları ile kahvede herkese çay ısmarlardı.
Lafı uzatmadan konumuza dönelim. Hazım bey, bir akşam iki duble konyağı hızlıca yuvarlayıp, bütün cesaretini toplayarak takım elbisesinin üstüne şapkasını giyip evden ayrıldı. Sonbahar serinliğinde bünyesini yakan konyağın etkisiyle kendini bir çırpıda o mavi pencereli evin önünde buldu. Ufak öksürüklerle genzini yokladıktan sonra tam kapının tokmağına uzanmıştı ki cesareti kırılıp geri dönmeye karar verdi. Cebinde getirmiş olduğu konyak şişesi olmasaydı belki de geri dönecekti. Şişeyi çıkarıp bilmediği bir ölçekte sağlam bir yudum aldıktan sonra, içinden "ya Alllah" diyerek kapının tokmağını üç kere vurdu. Gariptir ki bu toprakların sadece hayır sahipleri değil, aynı zamanda sarhoşu, berduşu hırsızı ya da uğursuzu bir işe girişirken "ya Allah" demeyi ihmal etmezler. Sanırım memleketin suyundan olsa gerek bu Allah aşkı, yoksa yedi bölgesinde birden zuhur etmezdi. Kapının üç kere tıklanmasından sonra, içeriden bir tepki olarak radyonun sesi kısıldı ve cinsi latifin o güzel sesi duyuldu:
-Kim o?
-İyi akşamlar hanımefendi,  misafir kabul ediyor musunuz?
-Bu durum kim olduğunuza bağlı, soruma cevap alamadım, kimsiniz?
-Ben emekli reis, Hazım bey, hani şu İstanbuldan gelen Hazım bey.
Bey sıfatı her kapıyı açar ya, işte bu kapı da açılmıştı, hem de ardına kadar. Hazım beyi kapıda evin sahibi olan, üç kız sahibi İffet hanım karşılamıştı. Ellisini geçmiş olan bu hanım yaşından daha genç görünmesini çeşitli Fransız kimyalarına borçluydu ve bu yabancı kimyalar ve eczalar kolay elde edilemiyordu. Bir miktar güzellik kremi neredeyse bir rençberin ilk hasadına eşitti ki ikinci hasat ile de tırnak bakımı ve kafi miktarda parfüm alınabilirdi. İffet hanım o an üzerindeki giysi ve yüzündeki bakım ile, değil kasabanın belki ilin en zengin hanımefendisiydi. İffet hanımın gösterdiği odaya geçerken Hazım bey ayakkabılarını çıkarıp kendisine gösterilen terliği giymişti. Odanın tabanında gösterişli bir İran halısı seriliydi ve ayakkabı ile girip bu şaheseri kirletmek ayaktakımı için bile densizlik sayılırdı. İffet hanıma bu halıyı o dönemler İran ile ticaret yapan bir yakını hediye etmişti. İran'a her gidiş dönüşünde mutlaka İffet hanımın evine uğrar, hediyeler getirirdi.
Odanın en güzel köşesinde bulunan koltuğa  kurulan Hazım bey, ikram edilen kolonyayı eline ve yüzüne sürdü. Muhtemelen Hollanda namlı nemçe ülkesinin bahçelerinde yetişen bir çiçekten mamul bu iksir onu ferahlatmıştı. Şunu söylemeden geçemeyeceğim; misafire kolonya tutmak adeti ne zaman, nerden çıkmıştır hep merak etmişimdir, benim şahsi düşünceme göre bu bir hakarettir, mekanınıza gelmiş bir misafire "kokuyorsun, dök şunu da havamızı bozma" demekten öte birşey değildir. Geçelim. Kolonya faslından sonra İffet hanım:
-Aç mısınız? 
Diye sordu. Anlaşılan bu evde kimsiniz, nerelisiniz gibi tanışmaya yönelik sorular yoktu. Önemli olan her konudaki  açlığınız olmalıydı. Sonuçta bir manav siz tezgahından marul seçerken size nereli olduğunuzu sormazdı.
(Devamı Haftaya)