BUGÜN bu yazı başka olacaktı. Bir kırlangıç yuvasına buğday taneleri bırakacak, mavi gökten derdiğim gök kuşağının renklerini önce mavi denize dokunduracak sonra da gülümseyen çocukların avuçlarına bırakacaktım. 
Bir aşk pınarından su içen sevdalının dudaklarının kurumaması için gönül kapısına testi koyacak, yine aynı sevdalının gözlerindeki aşk parıltılarını alıp sevdalısının dudaklarına konduracaktım. 
Kış ayazında baharı düşleyecek, tüm kurumuş gönül ağaçlarını beyaz tomurcuğa bezeyecektim. 
Bir su kenarında baharın gelişini karşılayacak, henüz gelmeyen baharda, bir sarı papatyanın üzerine bir beyaz kelebek konduracaktım tüm sevdalar adına…
Bir yalnızlık dehlizinden çıkardığım ürpertileri şehrin kalabalık caddelerinde gezdirecektim kimsesiz yığınlar adına… 
Serçe kanadında getirdiğim yumuşak ve ipeksi düşleri, bir gün alacasında sevdalının kapısına bırakacaktım kimseler görmeden… Bir dilek tutacak, umut bekleyenler adına iğde ağaçlarının dallarına asacaktım.
Bir aşktan bahsedecektim…
Bir yalnızlık sevdasından söz açacaktım…
Bir gece karanlığında sevgilinin gözlerinde kirpiklerine tutunan bir damla yaşı silecektim soğuk kaldırım taşlarına düşmesin diye…
Ve sevgili senden bahsedecektim…
Kuşlar ülkesinden…
Serçenin kanatlarından…

Gökyüzünde süzülen sonra kanatlarını denizin serin sularına dokunduran bir martıdan…
Gemiler süzülecekti kıyılara doğru, bir çocuk elindeki simidi bölüp tepesinde helezonlar çizen martılara atacaktı, annesinin gülümsemeleri arasında…
Kahverengi bankın üzerinde oturan iki sevgili düşecekti kalemimden sayfaların arasına… 
Adam, sevdalısının sağ yanağındaki beni parmak uçlarıyla okşayacak, en afili aşk şarkılarını mırıldanacaktı gülen gözlerine bakarak…
Kuşlar ülkesinden sevgili…
Serçelerin özgürce kanat çırptığı…
Serçelerin kanatlarından…
Bir gül yanığından…
Bir gün alacasından…
Olmadı. 
Adamı (iş insanıymış) ekranda karşımda gözlerimizin içerisine bakarak bizi tehdit etmesiyle bunları yazamadım. 
Kalem başka yere gitti…
Adam kalkıyor “gönderemezler hadi göndersinler” diyerek bize meydan okuyor…
Bizim topraklarımızda…
Havasını soluduğumuz mavi gökyüzünün altında…
Kendi bayrağımızın gölgesinde…
Gözlerimizin içerisine bakarak bizleri açık açık tehdit ediyor…
“Güçleri varsa göndersinler bakalım” diyecek kadar pervasızlaşıyor…
İnsanın yürü git lan ülkene diyesi geliyor. 
Sahi bunlar bu cesareti kimden ve nereden alıyor?
Ve kim bunları bu denli tepemize çıkarttı? 
Korkmayın 
İçinizden geçenleri söyleyin…
Yürekli olun….
Bu ülke sizin…
Suriyelinin değil…
Türkiye’nin birçok kentinde mahalleler kurabiliyorlar, dernekler kurabiliyorlar, iş yerleri açabiliyorlar ve bize karşı gönderemezsiniz diyerek diklenebiliyorlar…
Yoksa otuz yıl sonrasını hayal ettiğinizde neler olabileceğini az çok tahmin edebilirsiniz…Suriyeli Belediye Başkanları, Kaymakamlar, meclis üyeleri, muhtarlar, ve hatta vali ve Milletvekilleri… Korkmalı mıyız.? 
Evet. 
Korkmalıyız. 
Bu ülke insanının gelecek nesilleri adına endişeden de öte korkmalıyız…
Bunları yazdığım için faşist olacağım, sığınmacı düşmanı ilan edileceğim. Belki de daha fazlası…
Korkmayın.
Bu ülke sizin… 
Bu ülke bizim…