BİR zamanlar, üniversite okumak isteyen onca istekli gence yükseköğretim imkanı veremeyen ülke olmanın ızdırabını yaşardık. Büyük şehirlerde ve o zamanlar orta büyüklükte belli başlı bazı şehirlerde üniversiteler vardı. Yaklaşık 30 sene öncesine kadar böyleydik.
Şimdi her ilde en az bir üniversite var. Türkiye’de 200’den fazla üniversitede sekiz milyona yakın kişi öğretim görüyor. Bunların 3 milyon civarı ön lisansta ama yeterli ve yetkin teknik personel ihtiyacı devam ediyor. Dört buçuk milyonu lisans düzeyinde ama lisans mezunu ve yeterli müktesebata sahip kalifiye insan sıkıntısını her alanda yaşıyoruz. Ayrıca 300 bine yaklaşan yüksek lisans ve 100 bini aşan doktora öğrencisi ile bilimsel araştırma nosyonuna sahip, akademik bakışı pratiğe yansıtabilecek yetişmiş insan açığını kapatma telaşımız var. Fakat halen dünyayla rekabet edebilecek düzeyde yetişmiş insan açığımız çok yüksek. Geçtiğimiz 2019-2020 eğitim öğretim yılı için kabaca durum bu şekilde, ama doğru çözümü tespit etme ve uygulama yönünde çabalar da çok az diye düşünüyorum.
Her düzeyde eğitim verebilme, her kesimden ve toplumun farklı tabakalarından gelen beklentilere karşılık iş görebilme kapasitesi olan kurumlar olarak üniversiteler daha aktif olmak durumundadır. Pandemi sürecinden ötürü uygulanan geçici çözümler yeniden gözden geçirilerek mezunların mesleğe yönelik hazırlıklarını destekleyici eğitim ve öğretim çalışmalarına da ihtiyaç olacaktır. Üniversitelerin bu bakımdan da sorumluluk alması gerekir. Bu da ayrı bir konu.
Diğer yandan öğretim elemanı sayısı bakımından da ihtiyaç giderilebilmiş değildir. Toplam öğretim elemanı sayısı 200 bin bile değildir. Öğretim üyesi olarak üniversitelerde çalışan akademisyen 50 bin civarındadır.
Bu ve benzeri noktalarda üzerinde konuşmaya mecbur olduğumuz pek çok önemli konu var. Fakat üniversitelerde bazı bölümleri öğrencilerin tercih etmediği ve boş kaldığı için bu bölümlerin öğrenci tercihlerine kapatılacağı gibi boyutlarıyla gündeme gelen konular için yeterince doğru çözümler önerilmediğini görüyoruz.
Oysaki üniversite okumak üzere sınava giren aday sayısı halen milyonu aşmış olduğu halde, “Üniversitelere öğrenci gelmiyormuş!” dersek, problemi yeterince doğru ifade etmiş olmayız. Mesela, üniversite okumak isteyen ve bunu hak eden adayların üniversitelere dağılımındaki sorundan bahsedebiliriz.
Bazı üniversitelerdeki kontenjanların fazlalığı orada öğretimin zayıflamasına sebep olmuyor mudur? Bir mühendislik bölümü düşünün veya temel fen bilimlerinden bir bölüm olsun, 30, 40 hadi belki 50 öğrenciye ortalama makul bir eğitim ve öğretim sağlanabilecek iken; 100 hatta 150 öğrencinin alınmasına imkân verilirse ne olur?
Orada işler ancak zorlama ile yürür. Orada kaliteden ödün verilir. Orada laboratuvar çalışmaları zayıf kalır. Orada atölye çalışmaları zayıf kalır. Orada altyapı yetersiz kalır. Orada öğrenci ile akademisyen iletişimi dibe vurur.
Üniversiteye gelen her öğrencinin en az bir proje fikri olması gerekir. Derslere proje fikirleriyle katılımları özendirilmelidir. Ama kalabalık öğrenci gruplarında bu tür proje fikirlerinin de hayata geçmesi mümkün olmaz.
Dolayısıyla kafasında bir fikri olan öğrencinin onu topluma yansıtması da mümkün olmaz. Topluma hazır hale gelemeyen öğrencinin eğitimi ve öğrenimi zayıf kalır, daha başlamadan biter.
Bu durum sosyal bilimler açısından da çok farklı değildir. Bu açık ve net bir konudur.
Önce kararlı biçimde, kontenjanları eğitim öğretim faaliyetlerinin nitelikli biçimde yürütülebileceği gerçek rakamlara çekelim, sonra diğer sorunlara dair yine konuşalım, derim. Ne dersiniz?