BABASI Veysel. Annesi Cennet. Cennet kucağında büyüyen bir melek… Kim nereden bilecek, bir bayram günü hastaneye gidecek, bu küçük Cennet’ten çekilip sonra da ebedi olana göçecek.
Anne kucağı, bir cennet ocağı… Her insan ilk o kucağa düşer, orada tanır cenneti. Ya tadamayanlar ya annesiz büyüyenler, öksüzler? Senem 44 yıl o kucakta, o ocakta kaldı. Yürümekten, koşmaktan mahrumdu.
Telefon çaldı. Önce endişelendim. Yozgat Şehir Hastanesi’nde olduğunu biliyordum. Virüs ona da ulaşmıştı. Haber çabuk yayılmıştı, gazeteler de yazmıştı. Veysel ağabey: “Rahat edemedik, Senem yoğun bakımda, birkaç gündür haber alamadık, çıktık geldik ama görüşemedik, merakta kaldık.” diyordu. Belki anne “öksüz” gibiydi.
Solunum cihazına bağlanmıştı Senem. Solunum zorluğu vardı. Virüs kötü saldırmış olmalıydı. Zaten cam kemik hastasıydı.
Diyordun ya Senem, “Kemiklerim cam gibi kırılsa da hayallerim, umutlarım, yüreğim, dünyaya sığmayan kalbim kırılmaz. Yaşama sevincim kırılmaz, sapasağlam. Yeter ki beyinlerde cam kemik olmasın. Hayata geniş açıdan ve rengârenk gözlükten bakınca hayat çok güzel. Senemcenin lügatinde ve dünyasında engel yok Allah'ın izniyle.” Şimdi bu sözlerin kulaklarda. İyi tutunuyordun hayata. Nasıl tutunulacağını da gösteriyor, öğretiyordun.
Anlatıyordun, paylaşıyordun. “27 yıl boyunca hiç evden dışarı çıkamazken, hiç dışarıdaki dünyayı tanımazken, dört duvar arasında tek bildiğim küçük bir radyom, defterim, kalemim, bir de balkona çıktığımda konuşup dertleştiğim arkadaşım, karıncalardı. Tek tanıdığım dünyam bundan ibaretti. Şimdi ise bakıyorum şu an 44 yaşındayım ve ömrümün son 13 yılında hayatımda neler değişti? Neler yaşadım? Kırılan kemiklerime aldırmayıp pes etmeyip ben bunu yapamam dediğim ne çok şeyi yapmışım.” demiştin.
Nasıl da hayata bağlıydın nasıl da üretmeye hevesli, yaşama sevinciyle doluydun! Ne kadar da candan ne kadar da güzel yürekliydin! Kıymetliydin. Sensizliğin boşluğunu nasıl doldurur annen? Meğerse çocuklar gidince anneler de “öksüz” kalırmış.
"Amca ne olur benim için üzülme ağlama. Hayata tutundum, yazıyorum. Sabundan heykeller yapmayı düşünüyorum. İleride sergi açacağım. Umutluyum. Mutluyum." dediğin Zekeriya amcan “Kanatsız meleğim, ailemizin evliyası.” diyor senin için. Seni çok seviyoruz. Unvanın ve ismin de şiir gibiydi, “ Şair, yazar Senem Ebrar Ünal”. Hani diyordun ya:

“Bir heves düşmüştü gönlüme
Dinle beni minik karınca
İhtiyaç duydum bir çift ayağa
Rica etsem verir misin bana

Öyle alaylı bakma
Ne olur yüzüme
Ben hiç yürümedim
Doğdum doğalı yürümeye hasretim

Hep bir çift ayakkabım olsun isterdim
Dağlar bile iki metre yürüdü
Bense belki bir gün diye ümitlendim

Seni görünce kıskandım
Biraz da heveslendim
Söyle söyle minik karınca
Bana iki ayağını ödünç verecek misin?

Çok değil yalnızca
Üç adım atıp geri vereceğim”

Yürümekten öte üretmekmiş yaşamak. Bunu gösterdin ve gittin. Ateş artık öze düşmüştü; bulut, yağmur çok yakın. Adın gibi yüce olmak, yükselmek hakkın. Göç, vuslat, her dem şeb-i arûs. Şimdi koş koşabildiğin kadar, uç uçabildiğin kadar, gönlünce neşelen. 
Sen Cennet’e layıksın, mekânın cennet olsun can Senem.